31 Aralık 2013 Salı
30 Aralık 2013 Pazartesi
21 Aralık 2013 Cumartesi
666. yayın güncellemesi
444-500-555-567-666-678 gibi özel rakamların sahibinden taslakların efendisine selamlar ve iyi geceler...
dün unuttuğum 666. yayını güncellemeyi hatırlattığın için teşekkür ederim.
666 nın konusu yazmak olsun. yazmak üzerinden yazamamaya da değiniriz tabii ki. belki de en çok yazamamayı yazmak istiyorumdur. iyi bir yazı için öncelikle kafanızda bir konu olmalı. sağlam bir cümle de olabilir. tutunabileceğiniz bir omurga olmalıdır. ama bu omurganın üzerini inşa ettikçe ortaya çıkan yaratığa inanamayabilirsiniz. bilim adamlarının buzul altında kalan bir iskeleti etlendirme ya da bilgisayar yardımıyla sanal boyutlandırma işi gibi düşünün. omurgayı buldunuz ve yazmaya başladınız. kolları ayakları başı oluştu. biraz da hayal gücünle eksik parçaları tamamladınız. sonra geriye çekilip parmaklarınızın ucunda yeniden şekillenmiş yaratığa baktınız ve heyecanlandınız. yeniden şekillendirdiğiniz bu yaratık günümüz yaratıklarındansa pek heyecan duymazsınız. ama dinozor çağına ait bir keşifse artık bir sürek avı başlatırsınız. bu heyecan ve yaptığınız işi beğenmeniz zamanla bağımlılığa dönüşür.
bir kişisel gelişim uzmanının bu konudaki tavsiye ettiği yöntemi uygulayıp gerçekten iyi yazılar yazdığım zmanlar da oldu. üst bilincimiz kaygılıdır ve karışıktır. bilinçaltımız ise derin bir okyanus ve akıl almaz zenginliklerle doludur. bilinçaltımıza ulaşmak için bilincimizin kaygılı ve farkında olan üst kısmını paralize ederiz. şöyle: bilgisayardan üç tane radyo açarsınız. biri klasik müzik, biri pop müzik, bir diğeri de sohbet kanalı. 5 dakika içinde bilincinizin üst kısmı aynı anda takip etmeye çalıştığı verilerle felç olur ve siz de yazınızı rahat rahat yazarsınız. akar gider yazınız.
bazen mekanlar yazdırır insana. tavsiyem hiç vakit kaybetmeden yazın. çünkü hiç aklınıza gelmeyen harika zengin ifade betimlemeler bilinmez bir kaynaktan fışkırır. doldurun bütün kap kacağınızı çünkü biraz zaman geçince hatırlayamadığınız bir rüya gibi sadece hissettirdikleri kalır ama kelimeler uçar. söz uçar yazı kalır der ya bazı şerefsizler. genelde güzel konuşup göz boyarlar şeref sözü verirler ve imzalanan sözleşmedekilerin formalite olduğunu söylerler ve zamanı gelince söz uçar yaz kalır derler. o sebeple şerefsizler.
beğenilen bir yazı yazmak için ruhunuz çıplak olmalı. giydiğiniz kıyafetin bedeninize güç verdiğine inanıyorsanız başkalarının giydiği kıyafetle de onların gücü konusunda yanılgıya düşersiniz. gerçek gücünüz çırılçıplak kaldığınızda ne kadarsa o kadardır. ruhunuz da çıplak olmalı. utanmak korkmak gibi kaygılarınız olmadan yazmalısınız. burası özgür bir platform diye boşuna demiyoruz ;)
lawrence durrell bir romanında "bir kadınla üç şey yapabilirsin: ya onu seversin, ya onun için aci çekersin ya da onu yazarsın" demiş. bir kadını herkes sever. mazoşistse acı da çeker tercihli olarak. ama başkalarının bakıp da onda göremediğini gören o kadını yazar. "seni yazıyorum" demek seni seviyorum demekten daha derin ve daha tutkuludur. "seni yazıyorum" derken sadece bir harf değiştirerek asıl yaptığı eylemi gizler. "seni yaşıyorum" u gizler.
Hayır!yetmiyor aşkları
ayrılıkları ve büyük
serüvenleri anlatmaya
iyi bir şiir bile bazen
Ama ben yine de hep
anlatıp durdum ne varsa
ve neyi yaşamışsam
Anlatıp durdum
dövüşmesini bildiğim kadar
ahmet telli
seni yazıyorum ve daha da yazacağım dövüşmesini bildiğim kadar.. ben iyi dövüşürüm ;)
dün unuttuğum 666. yayını güncellemeyi hatırlattığın için teşekkür ederim.
666 nın konusu yazmak olsun. yazmak üzerinden yazamamaya da değiniriz tabii ki. belki de en çok yazamamayı yazmak istiyorumdur. iyi bir yazı için öncelikle kafanızda bir konu olmalı. sağlam bir cümle de olabilir. tutunabileceğiniz bir omurga olmalıdır. ama bu omurganın üzerini inşa ettikçe ortaya çıkan yaratığa inanamayabilirsiniz. bilim adamlarının buzul altında kalan bir iskeleti etlendirme ya da bilgisayar yardımıyla sanal boyutlandırma işi gibi düşünün. omurgayı buldunuz ve yazmaya başladınız. kolları ayakları başı oluştu. biraz da hayal gücünle eksik parçaları tamamladınız. sonra geriye çekilip parmaklarınızın ucunda yeniden şekillenmiş yaratığa baktınız ve heyecanlandınız. yeniden şekillendirdiğiniz bu yaratık günümüz yaratıklarındansa pek heyecan duymazsınız. ama dinozor çağına ait bir keşifse artık bir sürek avı başlatırsınız. bu heyecan ve yaptığınız işi beğenmeniz zamanla bağımlılığa dönüşür.
bir kişisel gelişim uzmanının bu konudaki tavsiye ettiği yöntemi uygulayıp gerçekten iyi yazılar yazdığım zmanlar da oldu. üst bilincimiz kaygılıdır ve karışıktır. bilinçaltımız ise derin bir okyanus ve akıl almaz zenginliklerle doludur. bilinçaltımıza ulaşmak için bilincimizin kaygılı ve farkında olan üst kısmını paralize ederiz. şöyle: bilgisayardan üç tane radyo açarsınız. biri klasik müzik, biri pop müzik, bir diğeri de sohbet kanalı. 5 dakika içinde bilincinizin üst kısmı aynı anda takip etmeye çalıştığı verilerle felç olur ve siz de yazınızı rahat rahat yazarsınız. akar gider yazınız.
bazen mekanlar yazdırır insana. tavsiyem hiç vakit kaybetmeden yazın. çünkü hiç aklınıza gelmeyen harika zengin ifade betimlemeler bilinmez bir kaynaktan fışkırır. doldurun bütün kap kacağınızı çünkü biraz zaman geçince hatırlayamadığınız bir rüya gibi sadece hissettirdikleri kalır ama kelimeler uçar. söz uçar yazı kalır der ya bazı şerefsizler. genelde güzel konuşup göz boyarlar şeref sözü verirler ve imzalanan sözleşmedekilerin formalite olduğunu söylerler ve zamanı gelince söz uçar yaz kalır derler. o sebeple şerefsizler.
beğenilen bir yazı yazmak için ruhunuz çıplak olmalı. giydiğiniz kıyafetin bedeninize güç verdiğine inanıyorsanız başkalarının giydiği kıyafetle de onların gücü konusunda yanılgıya düşersiniz. gerçek gücünüz çırılçıplak kaldığınızda ne kadarsa o kadardır. ruhunuz da çıplak olmalı. utanmak korkmak gibi kaygılarınız olmadan yazmalısınız. burası özgür bir platform diye boşuna demiyoruz ;)
lawrence durrell bir romanında "bir kadınla üç şey yapabilirsin: ya onu seversin, ya onun için aci çekersin ya da onu yazarsın" demiş. bir kadını herkes sever. mazoşistse acı da çeker tercihli olarak. ama başkalarının bakıp da onda göremediğini gören o kadını yazar. "seni yazıyorum" demek seni seviyorum demekten daha derin ve daha tutkuludur. "seni yazıyorum" derken sadece bir harf değiştirerek asıl yaptığı eylemi gizler. "seni yaşıyorum" u gizler.
Hayır!yetmiyor aşkları
ayrılıkları ve büyük
serüvenleri anlatmaya
iyi bir şiir bile bazen
Ama ben yine de hep
anlatıp durdum ne varsa
ve neyi yaşamışsam
Anlatıp durdum
dövüşmesini bildiğim kadar
ahmet telli
seni yazıyorum ve daha da yazacağım dövüşmesini bildiğim kadar.. ben iyi dövüşürüm ;)
18 Aralık 2013 Çarşamba
13 Aralık 2013 Cuma
10 Aralık 2013 Salı
cohen :)
güzel bir ses, güzel vokaller ve orkestra. leonard cohen i dinlemek ama sindirerek dinlemek, cohen in vokalistinin gözüne baktığı gibi dinlemek..
8 Aralık 2013 Pazar
iyi pazarlar
bir öğrencisi mevlana’nın önündeki masaya bir takım kitaplar bıraktı ve herkes yerini aldı.
"bağışlayan ve esirgeyen allah’ın adıyla.." diye söze başladı. mevlananın konuşması ağaçların, hafif bir rüzgar karşısında kıpırdanması kadar yumuşak, sözleri gösterişten uzak ve zarif, kabalığa kaçmadan sade olmalarına karşın şems e bir devenin homurdanması gibi geliyordu. kulaklarını kapatmayı denediyse de o güzel ağzın açılıp kapanışı onu iyice çileden çıkardı. sonunda artık dayanamadı. ayağa kalkıp mevlananın önünde dizili duran kitapları işaret ederek "bunlar nedir" diye kullanılmamaktan çatlamış sesiyle sordu.
mevlana bakışlarını çinili kubbeden bu küstah yabancıya doğru indirdi. iki müridi kalkıp bu dilenciyi dışarı atmak için hareketlendiler ama mevlana onları durdurdu.
"sen anlayamazsın..." diye yarı acıyla, yarı iğrenmeyle söylendi şems. mevlanaya yaklaştığında endişelenenlerin sesleri yükseldi. bir an durdu, sonra kitapları masanın üzerinden alıp koltuğunun altına yerleştirdi ve dönüp mevlananın önündeki havuza doğru ilerledi. şems paha biçilmez kitaplarla havuza girince mevlana "ne yapıyorsun" diye bağırdı.
"sen anlayamazsın" diye cevap verdi şems.
"dikkat et yabancı! elinde paha biçilmez hazineler tutuyorsun. altın, varak ve parşömen onların en değersiz yanlarıdır"
ancak şems onu dikkate almadı. kitapları suya bıraktı. topluluktan gelen bir gürleme sesiyle beraber 3 kişi suya atlayıp kitapları şems in elinden almak için itişmeye başladırlar. ama mevlana nın haykırışı onları durdurdu:
"bu adamın bir deli olduğunu düşünmüştüm, ama şimdi görüyorum ki esas çıldırmış olan benim müritlerim. burası kutsal bir mekan, kavga edip tartışabileceğiniz bir pazar yeri değil"
müritleri havuzdan çıkıp şems i yalnız bıraktılar. "güzel konuştun mevlana" dedi derviş. havuz kitaplardan akan mürekkeple maviye boyanmıştı. şimdiden sayfalardan bazıları ciltlerinden ayrılmış suda yüzüyorlardı. mevlana harap olmuş kitaplara bakıp kendisi için ne kadar değerli olduğunu düşününce gözlerinden yaşlar boşandı. allaha ulaşan merdivenin özenle, yıllarca acı çekişle, çabayla şekillenmiş basamaklarıydılar. mevlananın akan yaşları şemsi kendine getirdi ve kalbi yumuşadı. "bunlardan hangisi senin için en değerlisi"
cevap vermekte aciz kalan mevlana başını salladı. şems durup kitaplardan birini sudan aldı.
"attar ın kendi elleriyle sana vermiş olduğu esrarname mi?" diyip kitabı ona uzattı. mevlana yutkundu. kitap kupkuruydu, üzerindeki tozlar bile duruyordu sanki raftan yeni alınmış gibi.
"belki de üzerinde o kadar uzun zaman incelikle çalıştığın maarif’tir"
mevlana kitabı eline aldı. o da kuruydu. "mucize!" diye bağırdı biri. mevlana gözleri yabancıya dikili öylece kalakaldı.
"ermişliğe giden iki yol vardır" dedi şems. kitapları işaret ederek "biri uzun yol" diyip ardından da "biri de kısa yol" diye ekledi.
"neymiş o kısa yolun adı" diye sordu mevlana.
"sevginin yolu" dedi şems. mevlana sordu "peki ben nasıl öğrenebilirim o yolda yürümeyi?"
"sevgi ders alınarak öğrenilmez" dedi şems. "sen yakılmayı bekleyen bir lambasın, bende alevim. artık kitapları bırakıp benle gelme zamanıdır.."
"bağışlayan ve esirgeyen allah’ın adıyla.." diye söze başladı. mevlananın konuşması ağaçların, hafif bir rüzgar karşısında kıpırdanması kadar yumuşak, sözleri gösterişten uzak ve zarif, kabalığa kaçmadan sade olmalarına karşın şems e bir devenin homurdanması gibi geliyordu. kulaklarını kapatmayı denediyse de o güzel ağzın açılıp kapanışı onu iyice çileden çıkardı. sonunda artık dayanamadı. ayağa kalkıp mevlananın önünde dizili duran kitapları işaret ederek "bunlar nedir" diye kullanılmamaktan çatlamış sesiyle sordu.
mevlana bakışlarını çinili kubbeden bu küstah yabancıya doğru indirdi. iki müridi kalkıp bu dilenciyi dışarı atmak için hareketlendiler ama mevlana onları durdurdu.
"sen anlayamazsın..." diye yarı acıyla, yarı iğrenmeyle söylendi şems. mevlanaya yaklaştığında endişelenenlerin sesleri yükseldi. bir an durdu, sonra kitapları masanın üzerinden alıp koltuğunun altına yerleştirdi ve dönüp mevlananın önündeki havuza doğru ilerledi. şems paha biçilmez kitaplarla havuza girince mevlana "ne yapıyorsun" diye bağırdı.
"sen anlayamazsın" diye cevap verdi şems.
"dikkat et yabancı! elinde paha biçilmez hazineler tutuyorsun. altın, varak ve parşömen onların en değersiz yanlarıdır"
ancak şems onu dikkate almadı. kitapları suya bıraktı. topluluktan gelen bir gürleme sesiyle beraber 3 kişi suya atlayıp kitapları şems in elinden almak için itişmeye başladırlar. ama mevlana nın haykırışı onları durdurdu:
"bu adamın bir deli olduğunu düşünmüştüm, ama şimdi görüyorum ki esas çıldırmış olan benim müritlerim. burası kutsal bir mekan, kavga edip tartışabileceğiniz bir pazar yeri değil"
müritleri havuzdan çıkıp şems i yalnız bıraktılar. "güzel konuştun mevlana" dedi derviş. havuz kitaplardan akan mürekkeple maviye boyanmıştı. şimdiden sayfalardan bazıları ciltlerinden ayrılmış suda yüzüyorlardı. mevlana harap olmuş kitaplara bakıp kendisi için ne kadar değerli olduğunu düşününce gözlerinden yaşlar boşandı. allaha ulaşan merdivenin özenle, yıllarca acı çekişle, çabayla şekillenmiş basamaklarıydılar. mevlananın akan yaşları şemsi kendine getirdi ve kalbi yumuşadı. "bunlardan hangisi senin için en değerlisi"
cevap vermekte aciz kalan mevlana başını salladı. şems durup kitaplardan birini sudan aldı.
"attar ın kendi elleriyle sana vermiş olduğu esrarname mi?" diyip kitabı ona uzattı. mevlana yutkundu. kitap kupkuruydu, üzerindeki tozlar bile duruyordu sanki raftan yeni alınmış gibi.
"belki de üzerinde o kadar uzun zaman incelikle çalıştığın maarif’tir"
mevlana kitabı eline aldı. o da kuruydu. "mucize!" diye bağırdı biri. mevlana gözleri yabancıya dikili öylece kalakaldı.
"ermişliğe giden iki yol vardır" dedi şems. kitapları işaret ederek "biri uzun yol" diyip ardından da "biri de kısa yol" diye ekledi.
"neymiş o kısa yolun adı" diye sordu mevlana.
"sevginin yolu" dedi şems. mevlana sordu "peki ben nasıl öğrenebilirim o yolda yürümeyi?"
"sevgi ders alınarak öğrenilmez" dedi şems. "sen yakılmayı bekleyen bir lambasın, bende alevim. artık kitapları bırakıp benle gelme zamanıdır.."
6 Aralık 2013 Cuma
4 Aralık 2013 Çarşamba
günaydın :)
bu gün dinlettiğin zurnalı r'nb müziğin alternatifi olarak bunu dinlemeni tavsiye ediyorum :)
1 Aralık 2013 Pazar
üzdün bizi
daha dün bahsetmiştin <filmini izledik> diye. "vehicle 19" ben de sevdiğim bir aktör demiştim ve bu gün trafik kazasında kaybettik :(
haberlerde hızlı yaşadı genç öldü diye bahsederler şimdi.
ilginç gelmiştir; ilk "superman" filmini çeviren aktörün (christopher reeve) attan düşüp felç olarak tekerlekli sandalyeye mahkum olması. titaniğin "batmaz bu gemi, tanrı bile batıramaz" büyüklenmelerine inat ilk seferinde batması ya da adı "chalennger" yani "meydan okuyan" anlamına gelen uzay mekiğinin ilk seferinde parçalanması ve uzaya gitmeye hak kazanmış (önce 11bin kişi, sonra da 2 bin kişi arasından seçildikleri için) şanslı ve yetenekli 11 sivil mürettebatın atmosferde buharlaşması. daha çoook örnek var bu tip konularda ve paul walker :( "hızlı ve öfkeli" serilerinin yakışıklı, hızlı, yetenekli iyi insanı' nın da arkadaşının sürdüğü bir spor araçta (porsche) hayatını kaybetmesi üzücü ve düşündürücü.
gerçekten özleyeceğim kişiler arasındasın sevgili paul. dualarım seninle..
haberlerde hızlı yaşadı genç öldü diye bahsederler şimdi.
ilginç gelmiştir; ilk "superman" filmini çeviren aktörün (christopher reeve) attan düşüp felç olarak tekerlekli sandalyeye mahkum olması. titaniğin "batmaz bu gemi, tanrı bile batıramaz" büyüklenmelerine inat ilk seferinde batması ya da adı "chalennger" yani "meydan okuyan" anlamına gelen uzay mekiğinin ilk seferinde parçalanması ve uzaya gitmeye hak kazanmış (önce 11bin kişi, sonra da 2 bin kişi arasından seçildikleri için) şanslı ve yetenekli 11 sivil mürettebatın atmosferde buharlaşması. daha çoook örnek var bu tip konularda ve paul walker :( "hızlı ve öfkeli" serilerinin yakışıklı, hızlı, yetenekli iyi insanı' nın da arkadaşının sürdüğü bir spor araçta (porsche) hayatını kaybetmesi üzücü ve düşündürücü.
gerçekten özleyeceğim kişiler arasındasın sevgili paul. dualarım seninle..
28 Kasım 2013 Perşembe
kinyas & kayra
Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben
verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün
insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle
oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç
cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri,
çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain
karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni
yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta
kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir
yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini
yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece.
Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi*lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
bu paragrafı okuduktan sonra aldım bu kitabı. aslında almaya karar verdim ama o "biri"si benden önce davranıp benim için aldı. ben de hayatında hiç kitap okumamış birine (tarık) aldım. "bunu okursan kafadan 100 kitap okumuş kadar olursun" dedim. kafamız dumanlıyken başladı okumaya ve ilk sayfalarda kitap boğazına yapıştı iki eliyle. her cümle kurşun gibi geliyordu ona. --sonra mutlaka okuyacağım çok iyi kitap-- deyip kaldırdı. tahmin ediyordum böyle olacağını ama denedim en azından :) müge ise kitabın ortalarındaki çamura saplandı. kitap onunla almanya türkiye gezdi durdu. şimdilerde okula giderken ne kadar entel, kültçü ya da underground olduğunu göstermek için taşıyor. hala bitiremedi. ben iki defa okudum ve 3.sü için sözleştim. hayatımdan o kadar çok şey var ki içinde. mesela aşk için yazdıkları.
“İnsanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini anlayamıyordum. Böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. Kötü sahnelenmiş bir piyes gibi! Sanki bir insana değil de bir koltuğa aşık olunuyormuş gibi!” ben böyle aşık oluyorum ve onunla doluyorum. herşey ama herşey bekleyebilir aşk varken. bütün o büyük eserler, çıkılan dünya turları, devasa mimari yapıtlar ama her şey savaşlar bile "aşk" ın yokluğunda zaman geçirmek için bir uğraş. benim için aşk varsa dünya bekleyebilir. kitabın içerdiği şiddet ise damarlarımda akıyor zaten. kısaca çoook şey var benden içinde. benim gerçekliğimde benden çok şey olması kadar doğal bişey yok zaten :)
ekleme: bence sen bir taslak daha yaz canım. ben bu yazıyı yayınlayınca taslak sayısı birtane düştü :) uhtiiiii yaaa :)
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi*lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
bu paragrafı okuduktan sonra aldım bu kitabı. aslında almaya karar verdim ama o "biri"si benden önce davranıp benim için aldı. ben de hayatında hiç kitap okumamış birine (tarık) aldım. "bunu okursan kafadan 100 kitap okumuş kadar olursun" dedim. kafamız dumanlıyken başladı okumaya ve ilk sayfalarda kitap boğazına yapıştı iki eliyle. her cümle kurşun gibi geliyordu ona. --sonra mutlaka okuyacağım çok iyi kitap-- deyip kaldırdı. tahmin ediyordum böyle olacağını ama denedim en azından :) müge ise kitabın ortalarındaki çamura saplandı. kitap onunla almanya türkiye gezdi durdu. şimdilerde okula giderken ne kadar entel, kültçü ya da underground olduğunu göstermek için taşıyor. hala bitiremedi. ben iki defa okudum ve 3.sü için sözleştim. hayatımdan o kadar çok şey var ki içinde. mesela aşk için yazdıkları.
“İnsanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini anlayamıyordum. Böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. Kötü sahnelenmiş bir piyes gibi! Sanki bir insana değil de bir koltuğa aşık olunuyormuş gibi!” ben böyle aşık oluyorum ve onunla doluyorum. herşey ama herşey bekleyebilir aşk varken. bütün o büyük eserler, çıkılan dünya turları, devasa mimari yapıtlar ama her şey savaşlar bile "aşk" ın yokluğunda zaman geçirmek için bir uğraş. benim için aşk varsa dünya bekleyebilir. kitabın içerdiği şiddet ise damarlarımda akıyor zaten. kısaca çoook şey var benden içinde. benim gerçekliğimde benden çok şey olması kadar doğal bişey yok zaten :)
ekleme: bence sen bir taslak daha yaz canım. ben bu yazıyı yayınlayınca taslak sayısı birtane düştü :) uhtiiiii yaaa :)
27 Kasım 2013 Çarşamba
24 Kasım 2013 Pazar
iyi ki varsınız öğretmenler
kendi tarzımda öğretmenlerimi anmak istedim. biraz gerçekliğimi anlayış biçimimden biraz da hikayelerden.
kaskana der ki; "başkalarını yok sayanlar kendilerini de yok sayarlar. herkes aynı noktanın içinde bir noktadır ki aslında herkes aynı birin bir parçasıdır."
+bu tuvalin hali ne lan? bir tane mavi nokta koymuşsun. olmuş mu?
- olmamış mı :\
+ olmamış tabii. hani diğer renkler? hani desenler?
-ne biliim böyle tertemiz olsun, orjinal kalsın istedim mümkün olduğunca ve elimi eteğimi dünya zevklerinden çektim.
+ iyi bo..yav git bunu doldur azcık günah neyim işle mesela şuraya mutlu bir çalı, şuraya da bir ağaç yanına da bir arkadaş yapabilirsin. belki orada mutlu bir dere, şu dağın üstünde de hüzünlü bir kar olabilir. yürü git laaaaan!
yani başkalarını yok saydığın ölçüde kendini de inkar edersin. bunun şimdi öğretmenler günü ile ne alakası var demeyin. geçmişte bir çok öğretmeniniz oldu. iyisiyle kötüsüyle. zaten iyi bir insanım ben diyorsan hayatta karşılaştığın iyi insanlar da iyi öğretmenlerin de fazladır. ama size bişeyler öğreten öğretmeninizden kötü bahsederseniz, kötü hallerini anarsanız ondan öğrendiğiniz bilgiler sizi terk eder. bu da yapının temellerinden bişeyleri söküp altını boşaltmaya benzer ve çökmeler olabilir. hem de en olmadık zamanda. mesela üniverste sınavında zorlu bir integral problemi çözerken kötü bahsettiğiniz 4.sınıf öğretmeninizin öğrettiği çarpım tablosu sizi çarpabilir. bi anda 6x7 beyninizin matrixinde 41 olarak yanıp sönmeye başlar ve içini özenle siyaha boyadığınız
hikaye mi demiştik bir de? ok.
eski zamanda bir usta ve bir çırağın hikayesi bu. usta ve çırak deyince aklıma bir karikatür geldi onu da ekleyeyim sonuna :) neyse usta, çırağın sürekli şikayet etmesinden, bir türlü memnun olamamasından rahatsız. gönülsüz olunca tabii işler de ters gidiyor. usta onu defetmek yerine kazanmak için bir oyun hazırlıyor bilgece.
+gel lan buraya it oğlu it. sana "seks ve seyahat" içeren bir teklifim var diyor.
-oooo yeeee!! nedir nedir nedir? diyor çırak sabırsızca.
+"siktir-git"
demiyor tabii ki benim hatlar karıştı da birden :\
oğlum al şu bir avuç tuzu bir bardak suya karıştır diyor. çırak da :\ aha bu yüz ifadesiyle karıştırıyor eritiyor. sonra da usta iç bakalım diyor. içiyor ve "anaaaaaaaam çoq tuzlu ya bu" diyor ağzından salyalarını akıta akıta.
sonra usta "al bu bir avuç tuzu şu gördüğün göle serp karıştır şimdi" diyor. çırak yapıyor. göle serpiyor ve tuz kayboluyor tabi koca gölde. sonra usta doldur ve iç bakalım bir bardak diyor. çırak gölden bir bardak su dolduruyor ve içiyor. usta nasıl tadı diye sorduğunda ohhhh çok ferah iyi geldi diyor.
bunun üzerine usta otur bakalım şöyle diyor ve;
"yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. ıstırabın miktarı hep aynıdır. ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. ıstırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış" diyor :) sağlıcakla kalın.
aaaa pardon karikatür vardı hemen ekleyeyim.. nyese bulamadım sonra yüklerim..
kaskana der ki; "başkalarını yok sayanlar kendilerini de yok sayarlar. herkes aynı noktanın içinde bir noktadır ki aslında herkes aynı birin bir parçasıdır."
☯
denge işaretinde olduğu gibi herkesin içinde, dünyasında eşit miktarda iyilik ve kötülük bulunmakta. bu öyle bir dünya ki "iyilik-kötülük", "doğru-yanlış" olmadığı bir dünya. "evet ile hayır" ın aynı anlama geldiği bir dünya. gerçekliğimizi yaşarken bir çok rol ve görev yüklediğimiz karakterlerle karşılaşırız. bunların içinde sadece geri planı doldurmak yani öyle gerektiği için kalabalık yapanlar da vardır, manasız sesler çıkaranlar da. delilerimiz de vardır. söylediklerinden ve yaptıklarından sorumlu olmayanlar. kimine göre tanrı, bazen onların ağzından konuşur, onların davranışı ile bizi imtahan eder. yaşamak bir sanatsa iyisiyle kötüsüyle, delisiyle dahisiyle kabul edip gerçekliğimizin bizim için hazırladığı armağanları şükranla kabul edip, farklı renk ve manzaraların farkında olarak yaşamalıyız. bu sebeple inkar ettiğimiz, yok saydığımız başkaları bizim hayat tuvalimizdeki resmi oluşturan bir kırmızı, bir siyah, bir mor, bir fırça, bir inceltici belki de tuvalin bir kısmı. resim bitip de geriye yaslanıp baktımızda planladığımızdan daha güzel bir resimle ya da kafamızdakileri yansıtamadığımız bir çerçeve ile karşılaşacağız. üstümüzde kefen, koltuğumuzun altında bir tablo ile müracaat yerine gidip görüşme için sıra bekleyecez. kanatları olan görevli bakacak ve:+bu tuvalin hali ne lan? bir tane mavi nokta koymuşsun. olmuş mu?
- olmamış mı :\
+ olmamış tabii. hani diğer renkler? hani desenler?
-ne biliim böyle tertemiz olsun, orjinal kalsın istedim mümkün olduğunca ve elimi eteğimi dünya zevklerinden çektim.
+ iyi bo..yav git bunu doldur azcık günah neyim işle mesela şuraya mutlu bir çalı, şuraya da bir ağaç yanına da bir arkadaş yapabilirsin. belki orada mutlu bir dere, şu dağın üstünde de hüzünlü bir kar olabilir. yürü git laaaaan!
yani başkalarını yok saydığın ölçüde kendini de inkar edersin. bunun şimdi öğretmenler günü ile ne alakası var demeyin. geçmişte bir çok öğretmeniniz oldu. iyisiyle kötüsüyle. zaten iyi bir insanım ben diyorsan hayatta karşılaştığın iyi insanlar da iyi öğretmenlerin de fazladır. ama size bişeyler öğreten öğretmeninizden kötü bahsederseniz, kötü hallerini anarsanız ondan öğrendiğiniz bilgiler sizi terk eder. bu da yapının temellerinden bişeyleri söküp altını boşaltmaya benzer ve çökmeler olabilir. hem de en olmadık zamanda. mesela üniverste sınavında zorlu bir integral problemi çözerken kötü bahsettiğiniz 4.sınıf öğretmeninizin öğrettiği çarpım tablosu sizi çarpabilir. bi anda 6x7 beyninizin matrixinde 41 olarak yanıp sönmeye başlar ve içini özenle siyaha boyadığınız
©
şıkkı sizi yanıltma görevini yerine getirmiş olur. kim bilir belki "kim 5oo bin istemez ki" yarışmasına girersiniz ve yaramazlıkla meşgul olduğunuz anda öğretmeninizin anlattığı nasrettin hoca fıkrasındaki ayrıntıyı kaçırdığınız için herkesin çoook iyi bildiği soruda ter dökerken, herkes size götüyle güler :) peki kötü öğretmenlerin cezası ne olacak? onların cezası unutulmak ve asla hatırlanmamaktır.hikaye mi demiştik bir de? ok.
eski zamanda bir usta ve bir çırağın hikayesi bu. usta ve çırak deyince aklıma bir karikatür geldi onu da ekleyeyim sonuna :) neyse usta, çırağın sürekli şikayet etmesinden, bir türlü memnun olamamasından rahatsız. gönülsüz olunca tabii işler de ters gidiyor. usta onu defetmek yerine kazanmak için bir oyun hazırlıyor bilgece.
+gel lan buraya it oğlu it. sana "seks ve seyahat" içeren bir teklifim var diyor.
-oooo yeeee!! nedir nedir nedir? diyor çırak sabırsızca.
+"siktir-git"
demiyor tabii ki benim hatlar karıştı da birden :\
oğlum al şu bir avuç tuzu bir bardak suya karıştır diyor. çırak da :\ aha bu yüz ifadesiyle karıştırıyor eritiyor. sonra da usta iç bakalım diyor. içiyor ve "anaaaaaaaam çoq tuzlu ya bu" diyor ağzından salyalarını akıta akıta.
sonra usta "al bu bir avuç tuzu şu gördüğün göle serp karıştır şimdi" diyor. çırak yapıyor. göle serpiyor ve tuz kayboluyor tabi koca gölde. sonra usta doldur ve iç bakalım bir bardak diyor. çırak gölden bir bardak su dolduruyor ve içiyor. usta nasıl tadı diye sorduğunda ohhhh çok ferah iyi geldi diyor.
bunun üzerine usta otur bakalım şöyle diyor ve;
"yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. ıstırabın miktarı hep aynıdır. ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. ıstırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış" diyor :) sağlıcakla kalın.
aaaa pardon karikatür vardı hemen ekleyeyim.. nyese bulamadım sonra yüklerim..
22 Kasım 2013 Cuma
20 Kasım 2013 Çarşamba
17 Kasım 2013 Pazar
5 Kasım 2013 Salı
2 Kasım 2013 Cumartesi
:\
uyumuştum yeni uyandım. kafamda çalan şarkı buydu. akşamüstü antrenman güzel geçti. enerjisizim. ölü taklidi yaptığımdandır. eklemeni okuduğumda sana kızdım. duygularımı kontrol etme ve gerçekten ne hissettiğimi tahlil etme mücadelemde (kanye west in klibini ve klip yorumumu hatırla (hani şu mutfaklı)) nedenini bile bilmediğin kızgınlık sitemini de yüklediğin için teşekkür ederim. tam destek diyosun yani. merak etme yarına daha iyi olurum. burası özgür bir platform :)
29 Ekim 2013 Salı
cumhuriyet
![]() |
ATATÜRK |
O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Bir akşam bana şunları anlattı:
1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz işgal Tabur komutanı idim. 18 Mayıs1919 günü İstanbul'daki İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığından şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf; "16 Mayıs 1919 günü , Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan görevli olarak ayrıldığını ve fakat vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, eğer Samsun'a inecek olursa tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesini" istemekte idi. Kumandanlığımın bu emrini en iyi şekilde yerine getirebilmem için ilk iş olarak tabur subaylarımı toplayarak kendilerine telsiz emrini okudum ve gerekli emirleri verdim. Şehirdeki durumu görmek için Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı.
Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı bir görünümde idi. Siyah çizmeli, kilot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkat nazarımı çekti. Sonradan, bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyor. Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum.
19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı . Bir olay çıkmaması için taburumla bütün iskele ve civarını kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalığın heyecanı son haddini buldu. Bir de gördüm ki her askerimin arkasında siyah çizmeli kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Bazı il ve belediye görevlileri sandallarla vapurun demirleyeceği yere doğru gitmeye başladılar..
Görevimi, iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek ben de motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. İskelede beni selamlayan iki tayfaya ; "Vapurdaki generali görmek istediğimi" söyledim. Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi içeriye aldı. Herkes ayakta idi. Ortadaki mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: "Taburum emrinizdedir."
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı. Kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti. Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktık. Öteki sandallar da vapurun etrafına varmışlardı. Gemiye çıkmış olan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra vapurdan benim motorumla ayrıldık. İskeleye vardığımızda muavinim koşarak yanıma geldi. Kendisine; Taburu safta toplamasını, silah çattırmasını ve Türk makamlarına teslim olmalarını söyledim. Biraz durakladıktan sonra emir tekrarı yaparak selam verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi.. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı. Yanılmamıştım. Onlar hakkında edinmiş olduğum bilgiler doğru çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa; benim yanıma, o siyah çizmeli kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle -tabi kendi şoförümle birlikte- misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdiler. Taburumun erleri de ; Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirilmişler.
Kurtuluş savaşımızın sonuna kadar Ankara'da, Ogüstüs Mabedi'nin yanındaki Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap bir evde kaldım. Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bir süre bu evde oturdum.
Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve divanı harbe verildim. Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa, fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnad edilen suç taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim :
" Sayın hakimler Başbakanımız Lloyd George'e Avam Kamarası'nda şöyle bir soru sorulmuştur : Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkardık ve o tarihten bu yana milyarları bulan (sterling) masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler ve Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya muhacerete zorlandılar.
Bizim kazancımız nedir?"
Bu soruya karşılık Başbakan Lloyd George şunu söylemiştir: 'Yüzyıllar bir veya iki dahi yetiştirir.. 20. Yüzyılın dahisinin Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?'
Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği, 20.Yüzyılın dahisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir."
Beraat ettim ve terhise tabi oldum. Sivil hayatta bir tütün şirketinde iş buldum. Şirketim "Abdullah Cigarette" adındaki Türk tütünü ve Virginia karşımı sigarayı çıkartıyordu. Ben Türkçeyi çok iyi konuştuğum için beni bir kursa tabi tutarak tütün eksperi yaptılar ve Türkiye'ye gönderdiler. İlk iş olarak Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim.Beni kabul buyurdular ve ilgililere, Türkiye'deki ikametim hususunda yardımcı olmalarını ve kolaylık göstermelerini emir buyurdular. Ailemle birlikte ikinci Dünya Savaşı'na kadar, tütün üreten köylerde, Türk köylüsü ile birlikte yaşadım. Ben ve ailem Türk köylüsünü o kadar çok sevdik ve o kadar çok benimsedik ki eğer hükümetimiz tarafından resmen İngiltere'ye çağrılmasaydık Türkiye'de kalmayı tercih ederdik.
İngiltere'ye döndüğümüzde beni hava bakanlığından çağırdılar ve yeni görevimi bildirdiler. Çok sevindim ve müjdeyi aileme büyük bir zevkle bildirdim. Beni terhis olduğum rütbe ile Kraliyet Hava Kuvvetleri ( RAF )'ne almışlardı. Görevim istihbarat Başkanlığında idi. Türkiye ile İngiltere arasında 1939'da yapılan bir anlaşmaya göre İngiltere'ye uçuş eğitimine gönderilecek olan subayların RAF ile irtibatını sağlayacaktım yani yine Türklerle birlikte olacaktım....
Mr. Salter ile iki yıldan fazla bir süre birlikte bulunduk. Bu süre içerisinde bizleri daima savundu ve kendisini daima bizden saydı.
YAZAN : Em. Hava Albay Kemal İntepe
(!*) yazarın notu: türkçeyi bir ingilizin sizden daha iyi konuşması, bi türk olarak sizin büyük bir eksikliğinizdir. övgü olarak yazdıysanız da "türkçeyi bizim kadar iyi konuşuyordu" demeniz yeterliydi. olmamış :(
27 Ekim 2013 Pazar
20 Ekim 2013 Pazar
19 Ekim 2013 Cumartesi
17 Ekim 2013 Perşembe
12 Ekim 2013 Cumartesi
hayatta kalabilme
Bu en güçlü kişinin hayatta kalma mücadelesi
Bunu yaparsın veya ölürsün
Bir milyoner olmaya hazır değildim, kötü hazırlanmıştım
Hasta olmaya hazırlanmıştım, bi yetenek olduğunu sanmıştım
Başta, iş sonlarla ilgili değildi
Rap yapmak ve bir şey için ayakta kalmakla ilgiliydi
Fuck an acronym
Akrostişi s*keyim
Sanki mutluymuşsun gibi davranmayı kes, ben geri döndüm
Başka bir marşla, bitmek zorunda olmayan bir şey neden dursun ki?
Ben bitsin demeden bitmeyecek - yeter dediğimde yeter
Beni kurtlara at ve geçişi kapat
Ben kurtlara olacaklar için korkarım
Bir timsaha çukuruna atılmış olduğumu sanırken, benim salyalarım aktı
Raise your hands up like it's 12 noon
Saat gündüz 12'ymiş gibi ellerini havaya kaldır
Hayır, dostum, sürtükleri yukarı çek
Çarpıcı manşet çıkana kadar bekle
Şiddetten geldim, tüylerim kabardı
Hayır, egolar, onları durdurmayacağım
Bu stadyumu patlatmak için son şans
Bu en güçlü kişinin hayatta kalma mücadelesi
Bunu yaparsın veya ölürsün
Kazanan her şeyi alır
Öyleyse her şeyi al
Fikir edin, şarjörünü doldur
Savaşa gelmediğin sürece hiç gelme, eyerin üzerine atla
Budur, yediğin şey, uyuman, işeyip sıçman
Hafifle, nefes al, bütün hayatın bundan ibaret
Bitirmeyi reddet, sigortayı yak, fitili dağıtma
Eğer bu müziği yapmazsam lanet olsun, bokumu kaybettim
Kaybedecek bi bokum olmayacak, bu gerçekliğin zamanı
Bunların hepsi nasıl yapacağımı bildiğim şeyler
Kısa sürede kulübeye atılırım, tükürürüm
Ama saygım gecikti
Sana kimsenin kullanmadığı akışı gösteriyorum
Okul diplomam yok, ben bırakıyorum!
Bu yüzden yeniden düşmem için bi sebep yok, başka özellik bilmiyorum
Bu yüzden lanet mikrofonlarını, alet çantalarıyla takas et
Çünkü asla gururumu benden alamayacaksın
Bu tarafımca izlenecek
Bu yüzden pense ve tornavidalarını çek
Bu en güçlü kişinin hayatta kalma mücadelesi
Bunu yaparsın veya ölürsün
Kazanan her şeyi alır
Öyleyse her şeyi al
Öyleyse her şeyi al
eminem & skylar grey
10 Ekim 2013 Perşembe
7 Ekim 2013 Pazartesi
4 Ekim 2013 Cuma
öncelikle pardon diyporum geç haber verdiğim için. daha doprusu zamansız haber verdiğim için :(
daha önce söyleyemedim çünkü çok güzel konuşuyorduk :) sıra gelmedi arabaya dolayısıyla. öncelikler :)
gece 3.20 gibi ankaraya indik. birazdan çıkacağım bakmak için. akşam gelince daha ayrıntılı yazasrım. hem hissettiklerimi hem de yaşadıklarımı :)
daha önce söyleyemedim çünkü çok güzel konuşuyorduk :) sıra gelmedi arabaya dolayısıyla. öncelikler :)
gece 3.20 gibi ankaraya indik. birazdan çıkacağım bakmak için. akşam gelince daha ayrıntılı yazasrım. hem hissettiklerimi hem de yaşadıklarımı :)
2 Ekim 2013 Çarşamba
günaydın :)
yazmak istediğim çok şey var ama zaman yok. yağmur ve son bahar. ben bu gün çok iyiyim. dinlediğim bir iki hüzünlü yağmur şarkısına rağmen iyiyim. senin de bu günün çok güzel geçsin :)
1 Ekim 2013 Salı
:)) ne düşündüğümü hatırlamıyorum gözlerim seninle buluştuğunda ama dalmışımdır bir yere. seni camda nasıl farkettiğimi de hatırlamıyorum ama fark ettiğim anda rüyadan uyanmış gibi döndüm dünyaya ve hatırlamıyorum dediğim herşeyi unuttum :) zaten seni görmüşüm camda ve ben de enerjinin ne kadar yüksek hissetmişim ki hatta yaramaz seni görmüşüm.. az önceki rüyaların ne önemi olabilir ki?
ne demek istediğini tam olarak doğru anlamışım :) senin kelimelerle değil kendi kelimelerimle anlayım dur..
<n'aber> ("yakaladım seni" gülümsemesi)
"aaaa (şaşırma ünlemine gülme eklenerek) aaahahaha :)) iyilik. sen?"
<iyi iyi de (sırada bekleyen sınıfı göstererek) derse başlasana ohhhh kebab öyle bankta>
"yok yok böyle iyi. (bankları göstererek) ben burdan da idare ederim dont wory yani"
< (yine sıradaki çocukları gösterip) hadi kalk aaaaaa! olmuyor yani>
"bööle iyi dedim ya (el sallıyorum sana)
<eh tamam o zaman. sonra görüşürüz :)) >
"yeeee ok görüşürüz :))"
"böyle iyi" cümlesi çok güldüğüm bir karikatür aklıma getirdi. tabii ki paylaşırım seninle :)
bir tane daha?
daha?
ne demek istediğini tam olarak doğru anlamışım :) senin kelimelerle değil kendi kelimelerimle anlayım dur..
<n'aber> ("yakaladım seni" gülümsemesi)
"aaaa (şaşırma ünlemine gülme eklenerek) aaahahaha :)) iyilik. sen?"
<iyi iyi de (sırada bekleyen sınıfı göstererek) derse başlasana ohhhh kebab öyle bankta>
"yok yok böyle iyi. (bankları göstererek) ben burdan da idare ederim dont wory yani"
< (yine sıradaki çocukları gösterip) hadi kalk aaaaaa! olmuyor yani>
"bööle iyi dedim ya (el sallıyorum sana)
<eh tamam o zaman. sonra görüşürüz :)) >
"yeeee ok görüşürüz :))"
"böyle iyi" cümlesi çok güldüğüm bir karikatür aklıma getirdi. tabii ki paylaşırım seninle :)
bir tane daha?
daha?
29 Eylül 2013 Pazar
kişinin cevaplaması gereken 50 soru. sonra ne oluyor bilmiyorum. belki farkındalık :)
1. kaç yaşında olduğunuzu bilmeseniz kaç yaşında olurdunuz?
30
2. başarısızlığa uğramak mı hiç denememek mi daha kötüdür?
denememek kötü
3. hayat o kadar kısaysa neden sevmediğimiz o kadar şeyi yapıyor ve yapmadığımız o kadar şeyi seviyoruz?
imtihan dünyası sanırım
4. her şey yapılıp söylendiğinde söyledikleriniz yaptıklarınızdan daha mı fazladır?
yaptıklarım fazladır
5. dünya için değiştirmek istediğiniz en önemli şey nedir?
her insanın sahip olduğu varlık (taşınır-taşınmaz-nakit) 100 bin dolar ile sınırlandırılmalı
6. mutluluk ulusal para birimi olsa nasıl bir çalışma sizi zengin ederdi?
haftada 3 gün tatil, günde 3 saat çalışma ve serbest kıyafet :)
7. inandığınız şeyi mi yapıyorsunuz yoksa yaptığınız şeye alışmaya mı çalışıyorsunuz?
iki seçenekten de %50
8. ortalama insan ömrü 40 sene olsa hayatınızı farklı yaşar mıydınız?
evet. emekliliği beklemezdim.
9. hayatınızın gidiş yönünü ne derece etkilediniz?
allah büyük. nereye gönderirse gittim.
10. bir şeyleri doğru yapma konusunda mı yoksa doğru şeyleri yapma konusunda mı daha endişelisiniz?
doğru yapmayı tercih ederim
11. asansör düğmesine birden fazla defa mı basıyorsunuz? bunun asansörü daha hızlandırdığına mı inanıyorsunuz?
ilk temasımda yarım saniye içinde 3 kere basıyorum. ellerim mi titriyor ne :)
12. endişelerle dolu bir dehâ mı yoksa neşeli ve basit bir insan mı olmayı tercih ederdiniz?
neşeli bir dehayım desem?
13. neden siz sizsiniz?
büyük planın parçasıyım da ondan
14. arkadaş olarak isteyeceğiniz türden bir arkadaş mısınız?
evet
15. iyi bir arkadaşınızın uzaklara taşınması mı yoksa yakınlarınızda oturan iyi arkadaşınızla irtibatınızın kopması mı daha kötüdür?
irtibatın kopması kötüdür
16. en çok şükrettiğiniz şey nedir?
bunu bilmeseniz de olur
17. eski anılarınızı kaybetmeyi mi yoksa asla yeni anılara sahip olamamayı mı tercih ederdiniz?
eski anılar kalsın
18. gerçeğe kafa tutmadan onu bilmek mümkün müdür?
evet
19. en büyük korkularınızdan gerçekleşen oldu mu?
hayır
20. beş sene önce çok mutsuz olduğunuz zamanı anımsayabiliyor musunuz? şimdi bu üzüldüğünüz şeye hâlâ üzülüyor musunuz?
hayır
21. çocukluğunuzdan sizi en mutlu eden anınız nedir? onu bu kadar özel kılan nedir?
özgür hissettiğim her an özeldi
22. yakın geçmişinizde en son ne zaman tutku dolu ve canlı hissettiniz?
6 ay önce ve biraz da bu aralar antrenmanlarımdan sonra..
23. şimdi değilse ne zaman?
yarın olsun bari
24. henüz istediğinizi başaramadıysanız kaybedecek neyiniz var?
yok
25. biriyle hiçbir şey konuşmadan hayatınızın en güzel konuşmasını yaptığınızı hissettiğiniz oldu mu?
evet
26. sevgiyi destekleyen dinler neden bu kadar çok savaşa neden oluyor?
sevgiyi çıkarları için kullandıklarından ve asıl niyetlerini sevgi arkasına gizlediklerinden.
27. hiç şüphe duymadan iyi ve kötünün ne olduğunu bilmek mümkün müdür?
hayır
28. şimdi birkaç trilyon kazanmış olsanız işinizi bırakır mıydınız?
evet
29. daha az işiniz olmasını mı yoksa zevk alabileceğiniz daha fazla işiniz olmasını mı tercih ederdiniz?
az iş iyidir. zevk olsaydı adı iş olmazdı zaten amk.
30. bugünü daha önce yüz kere daha yaşamış gibi mi hissediyorsunuz?
evet
31. en son ne zaman derinden inandığınız bir fikrin hafif ışığında karanlığa daldınız?
dün gece
32. tanıdığınız herkesin yarın öleceğini bilseniz bugün kimi ziyaret ederdiniz?
anamı
33. son derece çekici ya da ünlü olmak için hayatınızın 10 senesini vermeyi ister miydiniz?
hayır
34. hayatta olmak ve gerçekten yaşamak arasındaki fark nedir?
hayatta olmak: şu an yaptığım.
gerçekten yaşamak: motosikletle virajlı ve harika manzaralı bir yolda, italyan alplerindeki bir şatodaki harika bir kadınla olan randevuma gitmekte olsaydım :)
35. ne zaman risk ve mükafatları hesap etmeyi bırakıp devam etmek ve doğru olduğunu bildiğin şeyleri yapmak gerekir?
umudun yoksa ve hayat mecburi istikameti gösteriyorsa.
36. hatalarımızdan bir şeyler öğreniyorsak hata yapmaktan neden bu kadar korkarız?
ben korkmam
37. kimsenin sizi yargılamayacağını bilseniz neyi farklı yapardınız?
kimse yargılamayacaksa dünya çapında ölmesi gereken tahminen 5 bin kişiyi öldürürdüm. bin fazla veya bin az olabilir sorun değil.
38. en son ne zaman kendi nefes alış sesinizi duydunuz?
sabah meditasyon sırasında, bir gün önce de antrenmanda..
39. neleri seversiniz? son zamanlardaki hareketleriniz bu sevgiyi açıkça gösterdi mi?
neleri sevdiğim bana kalsın. ikinci soru evet.
40. bundan beş sene sonra dün ne yaptığınızı anımsayacak mısınız? ya ondan önceki günü? ve ondan öncesini?
hayır
41. şu an bazı kararlar alınıyor. soru şu: bu kararları kendiniz için mi alıyorsunuz yoksa başkalarının sizin yerinize bu kararları almasına izin mi veriyorsunuz?
hem kendim hem de başkaları için karar alıyorum merak etmeyin
42. saygı ve hayranlık duyduğunuz üç kişiyle öğle yemeği yiyorsunuz. sizin arkadaşınız olduğunu bilmeden yakın bir arkadaşınızı eleştirmeye başlıyorlar. bu eleştiri hoş değil ve haksız yere yapılıyor. ne yaparsınız?
bi dakka bi dakka orda durun derim ve onları da sevdiğim için yanıldıklarını ispat etmeye çalışırım.
43. yeni doğan bir bebeğe tek bir tavsiye verecek olsanız bu ne olurdu?
cesur ol
44. sevdiğiniz birini kurtarabilmek için yasaları çiğner miydiniz?
a....a bile koyarım.
45. iyice baktığınızda yaratıcılık gördüğünüz bir yerde delilik gördüğünüz de oldu mu?
çoğu zaman
46. çoğu insandan farklı yaptığınızı bildiğiniz bir şey var mı?
hayatı algılama şeklim
47. sizi mutlu eden şeyler nasıl oluyor da diğer herkesi mutlu etmiyor?
bu onların problemi
48. gerçekten yapmak isteyip de yapmadığınız bir şey var mı? varsa sizi tutan ne?
var. biraz gelenek, biraz kanun, biraz toplum, biraz vicdan.
49. aslında bırakmanız gereken bir şeylere mi tutunuyorsunuz?
hayır
50. şu anda yaşadığınız ülke ya da şehirden başka bir yere gitmeniz gerekse nereye taşınırdınız ve neden?
tibete :)) yok yok hollandaya, belki kanada, alaska, hmm ukrayna, nevşehir? fas? gezmeyi tercih ederim galiba.
30
2. başarısızlığa uğramak mı hiç denememek mi daha kötüdür?
denememek kötü
3. hayat o kadar kısaysa neden sevmediğimiz o kadar şeyi yapıyor ve yapmadığımız o kadar şeyi seviyoruz?
imtihan dünyası sanırım
4. her şey yapılıp söylendiğinde söyledikleriniz yaptıklarınızdan daha mı fazladır?
yaptıklarım fazladır
5. dünya için değiştirmek istediğiniz en önemli şey nedir?
her insanın sahip olduğu varlık (taşınır-taşınmaz-nakit) 100 bin dolar ile sınırlandırılmalı
6. mutluluk ulusal para birimi olsa nasıl bir çalışma sizi zengin ederdi?
haftada 3 gün tatil, günde 3 saat çalışma ve serbest kıyafet :)
7. inandığınız şeyi mi yapıyorsunuz yoksa yaptığınız şeye alışmaya mı çalışıyorsunuz?
iki seçenekten de %50
8. ortalama insan ömrü 40 sene olsa hayatınızı farklı yaşar mıydınız?
evet. emekliliği beklemezdim.
9. hayatınızın gidiş yönünü ne derece etkilediniz?
allah büyük. nereye gönderirse gittim.
10. bir şeyleri doğru yapma konusunda mı yoksa doğru şeyleri yapma konusunda mı daha endişelisiniz?
doğru yapmayı tercih ederim
11. asansör düğmesine birden fazla defa mı basıyorsunuz? bunun asansörü daha hızlandırdığına mı inanıyorsunuz?
ilk temasımda yarım saniye içinde 3 kere basıyorum. ellerim mi titriyor ne :)
12. endişelerle dolu bir dehâ mı yoksa neşeli ve basit bir insan mı olmayı tercih ederdiniz?
neşeli bir dehayım desem?
13. neden siz sizsiniz?
büyük planın parçasıyım da ondan
14. arkadaş olarak isteyeceğiniz türden bir arkadaş mısınız?
evet
15. iyi bir arkadaşınızın uzaklara taşınması mı yoksa yakınlarınızda oturan iyi arkadaşınızla irtibatınızın kopması mı daha kötüdür?
irtibatın kopması kötüdür
16. en çok şükrettiğiniz şey nedir?
bunu bilmeseniz de olur
17. eski anılarınızı kaybetmeyi mi yoksa asla yeni anılara sahip olamamayı mı tercih ederdiniz?
eski anılar kalsın
18. gerçeğe kafa tutmadan onu bilmek mümkün müdür?
evet
19. en büyük korkularınızdan gerçekleşen oldu mu?
hayır
20. beş sene önce çok mutsuz olduğunuz zamanı anımsayabiliyor musunuz? şimdi bu üzüldüğünüz şeye hâlâ üzülüyor musunuz?
hayır
21. çocukluğunuzdan sizi en mutlu eden anınız nedir? onu bu kadar özel kılan nedir?
özgür hissettiğim her an özeldi
22. yakın geçmişinizde en son ne zaman tutku dolu ve canlı hissettiniz?
6 ay önce ve biraz da bu aralar antrenmanlarımdan sonra..
23. şimdi değilse ne zaman?
yarın olsun bari
24. henüz istediğinizi başaramadıysanız kaybedecek neyiniz var?
yok
25. biriyle hiçbir şey konuşmadan hayatınızın en güzel konuşmasını yaptığınızı hissettiğiniz oldu mu?
evet
26. sevgiyi destekleyen dinler neden bu kadar çok savaşa neden oluyor?
sevgiyi çıkarları için kullandıklarından ve asıl niyetlerini sevgi arkasına gizlediklerinden.
27. hiç şüphe duymadan iyi ve kötünün ne olduğunu bilmek mümkün müdür?
hayır
28. şimdi birkaç trilyon kazanmış olsanız işinizi bırakır mıydınız?
evet
29. daha az işiniz olmasını mı yoksa zevk alabileceğiniz daha fazla işiniz olmasını mı tercih ederdiniz?
az iş iyidir. zevk olsaydı adı iş olmazdı zaten amk.
30. bugünü daha önce yüz kere daha yaşamış gibi mi hissediyorsunuz?
evet
31. en son ne zaman derinden inandığınız bir fikrin hafif ışığında karanlığa daldınız?
dün gece
32. tanıdığınız herkesin yarın öleceğini bilseniz bugün kimi ziyaret ederdiniz?
anamı
33. son derece çekici ya da ünlü olmak için hayatınızın 10 senesini vermeyi ister miydiniz?
hayır
34. hayatta olmak ve gerçekten yaşamak arasındaki fark nedir?
hayatta olmak: şu an yaptığım.
gerçekten yaşamak: motosikletle virajlı ve harika manzaralı bir yolda, italyan alplerindeki bir şatodaki harika bir kadınla olan randevuma gitmekte olsaydım :)
35. ne zaman risk ve mükafatları hesap etmeyi bırakıp devam etmek ve doğru olduğunu bildiğin şeyleri yapmak gerekir?
umudun yoksa ve hayat mecburi istikameti gösteriyorsa.
36. hatalarımızdan bir şeyler öğreniyorsak hata yapmaktan neden bu kadar korkarız?
ben korkmam
37. kimsenin sizi yargılamayacağını bilseniz neyi farklı yapardınız?
kimse yargılamayacaksa dünya çapında ölmesi gereken tahminen 5 bin kişiyi öldürürdüm. bin fazla veya bin az olabilir sorun değil.
38. en son ne zaman kendi nefes alış sesinizi duydunuz?
sabah meditasyon sırasında, bir gün önce de antrenmanda..
39. neleri seversiniz? son zamanlardaki hareketleriniz bu sevgiyi açıkça gösterdi mi?
neleri sevdiğim bana kalsın. ikinci soru evet.
40. bundan beş sene sonra dün ne yaptığınızı anımsayacak mısınız? ya ondan önceki günü? ve ondan öncesini?
hayır
41. şu an bazı kararlar alınıyor. soru şu: bu kararları kendiniz için mi alıyorsunuz yoksa başkalarının sizin yerinize bu kararları almasına izin mi veriyorsunuz?
hem kendim hem de başkaları için karar alıyorum merak etmeyin
42. saygı ve hayranlık duyduğunuz üç kişiyle öğle yemeği yiyorsunuz. sizin arkadaşınız olduğunu bilmeden yakın bir arkadaşınızı eleştirmeye başlıyorlar. bu eleştiri hoş değil ve haksız yere yapılıyor. ne yaparsınız?
bi dakka bi dakka orda durun derim ve onları da sevdiğim için yanıldıklarını ispat etmeye çalışırım.
43. yeni doğan bir bebeğe tek bir tavsiye verecek olsanız bu ne olurdu?
cesur ol
44. sevdiğiniz birini kurtarabilmek için yasaları çiğner miydiniz?
a....a bile koyarım.
45. iyice baktığınızda yaratıcılık gördüğünüz bir yerde delilik gördüğünüz de oldu mu?
çoğu zaman
46. çoğu insandan farklı yaptığınızı bildiğiniz bir şey var mı?
hayatı algılama şeklim
47. sizi mutlu eden şeyler nasıl oluyor da diğer herkesi mutlu etmiyor?
bu onların problemi
48. gerçekten yapmak isteyip de yapmadığınız bir şey var mı? varsa sizi tutan ne?
var. biraz gelenek, biraz kanun, biraz toplum, biraz vicdan.
49. aslında bırakmanız gereken bir şeylere mi tutunuyorsunuz?
hayır
50. şu anda yaşadığınız ülke ya da şehirden başka bir yere gitmeniz gerekse nereye taşınırdınız ve neden?
tibete :)) yok yok hollandaya, belki kanada, alaska, hmm ukrayna, nevşehir? fas? gezmeyi tercih ederim galiba.
bir bebek pencereden düşer, sarhoş bir adam at arabasından düşer; ancak ikisi de yaralanmadan kurtulur. hiç korkuları olmadığı için endişelenmezler veya kendilerini korumaya çalışmazlar. düşmeye karşı bir direniş göstermesler ve yaralanmazlar. bilge insanlar bundan bir ders çıkarırlar: en az direniş yolu, tehlikelerle dolu bir dünyada güven içinde hareket etmenin yolunu açar. bebeğin ve sarhoş adamın tersine çoğumuz, denetimi elden kaçırdığımızda geriliriz. kendimizi hazırlar, yolumuzu açmak için mücadele eder ve çabalarız. mücadele etmeden, karşı koymadan, direnmeden "alma" ruhunda temelde yatan bir gerilim yoktur. yaşama, kendine ve evrene ya da inandığın tanrına esaslı bir şekilde güvenmeyi gerektir ki bu, hepsinin "bir" ve aynı olduğunu kavramanın sonucudur.
hayatın anlamında da mücadele yoktur. ayak parmaklarımız üzerinde yükselmeden elimizin uzandığı meyveleri toplarız. böyle yaparak dünyada yaşayan tek varlık gibi davranmadan diğer canlıları da düşünürüz. daha önemlisi yoksunluk duygusuyla davranmayız ve doğanın, tanrının yarın da ihtiyaçlarımızı karşılayacağını biliriz. biriktirmeyiz, paylaşırız ve akmasını sağlarız. akış süreciyle uyumlu davranırız. hayatımızda, ekonomide, organ ve damarlarımızda tıkanıklık yapan şey hep biriktirmektendir.
süreç'e güvenmek: aynştayn meşhur sözü var. bir insanın kendisine sorması gereken en önemli soru; evren bana dost mudur? cevabına göre hayatın da öyle olacaktır. kendimizi anlayarak evreni çözebiliriz. micro evren yani beynimizde macro evrenin kodları vardır.
vietnamın bir bölgesinde yaşayan maymunların tek besin kaynağı yapraklarında ve küçük acı meyvelerinde belirli oranda zehir barındıran bir ağaçtır. maymunların da yaşamak için bu zehirli besini yemekten başka çaresi yoktur. araştırmacılar bu maymunları gözlerken maymunların yerleşim yerlerine yaklaşıp piknik yapılan yerlerde bulunan mangal kömürü kalıntılarını karıştırıp yanmayan kömürleri yediklerini keşfediyorlar. laboratuvarda incelediklerinde yaprak ve meyvedeki zehirin yanmayan mangal kömüründeki karbona tutunarak etkisiz hale geldiğini görüyorlar. bir benzeri lokman hekimlerin doğada olmayacak bitkileri akla gelmeyecek yöntem ve işlemlere tabii tutup ondan ilaç elde etmeleri hem de hiç kimyasal deney yapmadan..
kontrolü elden bıraktığımızda, süreç e güvendiğimizde, şeyleri zihnimizin sessizliğinde gerçekten dinlediğimizde şeylerin bizimle konuşmalarına, onlarla ne yapmamız gerektiğini bize anlatmalarına izin veririz. bu, modern- meşgul dünyada ilişkiyi kaybettiğimiz zekanın bir özelliğidir. yerliler belirli bitkilerin iyileştirici özelliklerini keşfederken bunu sistemli olarak her bitkinin kimyasal bileşimini araştırarak yapmadılar. botanikçilerin ve araştırmacı etnografların sık sık anlattığı gibi, bitkinin ruhu onlarla konuştuğu için yapabildiler :)
tavsiyelerim:
bunaldığınızda ara verin. hiç bir şey kaçırmazsınız.
dikkatinizi hayatın güzelliklerine ve mucizelerine verin.
eylem içinde olun, harekete dahil olun yani akın hayatla.
hayatın ihtiyaçlarınızı karşılaycağına inanın ve güvenin
havası temiz bir yerde gerçekten farkında olarak derin nefesler alın
gülümsemeyi tercih edin :)
birazdan hepsini yapmak için dışarı çıkacağım..
(yazının bir başlığı olaydı iyiydi) :(
hayatın anlamında da mücadele yoktur. ayak parmaklarımız üzerinde yükselmeden elimizin uzandığı meyveleri toplarız. böyle yaparak dünyada yaşayan tek varlık gibi davranmadan diğer canlıları da düşünürüz. daha önemlisi yoksunluk duygusuyla davranmayız ve doğanın, tanrının yarın da ihtiyaçlarımızı karşılayacağını biliriz. biriktirmeyiz, paylaşırız ve akmasını sağlarız. akış süreciyle uyumlu davranırız. hayatımızda, ekonomide, organ ve damarlarımızda tıkanıklık yapan şey hep biriktirmektendir.
süreç'e güvenmek: aynştayn meşhur sözü var. bir insanın kendisine sorması gereken en önemli soru; evren bana dost mudur? cevabına göre hayatın da öyle olacaktır. kendimizi anlayarak evreni çözebiliriz. micro evren yani beynimizde macro evrenin kodları vardır.
vietnamın bir bölgesinde yaşayan maymunların tek besin kaynağı yapraklarında ve küçük acı meyvelerinde belirli oranda zehir barındıran bir ağaçtır. maymunların da yaşamak için bu zehirli besini yemekten başka çaresi yoktur. araştırmacılar bu maymunları gözlerken maymunların yerleşim yerlerine yaklaşıp piknik yapılan yerlerde bulunan mangal kömürü kalıntılarını karıştırıp yanmayan kömürleri yediklerini keşfediyorlar. laboratuvarda incelediklerinde yaprak ve meyvedeki zehirin yanmayan mangal kömüründeki karbona tutunarak etkisiz hale geldiğini görüyorlar. bir benzeri lokman hekimlerin doğada olmayacak bitkileri akla gelmeyecek yöntem ve işlemlere tabii tutup ondan ilaç elde etmeleri hem de hiç kimyasal deney yapmadan..
kontrolü elden bıraktığımızda, süreç e güvendiğimizde, şeyleri zihnimizin sessizliğinde gerçekten dinlediğimizde şeylerin bizimle konuşmalarına, onlarla ne yapmamız gerektiğini bize anlatmalarına izin veririz. bu, modern- meşgul dünyada ilişkiyi kaybettiğimiz zekanın bir özelliğidir. yerliler belirli bitkilerin iyileştirici özelliklerini keşfederken bunu sistemli olarak her bitkinin kimyasal bileşimini araştırarak yapmadılar. botanikçilerin ve araştırmacı etnografların sık sık anlattığı gibi, bitkinin ruhu onlarla konuştuğu için yapabildiler :)
tavsiyelerim:
bunaldığınızda ara verin. hiç bir şey kaçırmazsınız.
dikkatinizi hayatın güzelliklerine ve mucizelerine verin.
eylem içinde olun, harekete dahil olun yani akın hayatla.
hayatın ihtiyaçlarınızı karşılaycağına inanın ve güvenin
havası temiz bir yerde gerçekten farkında olarak derin nefesler alın
gülümsemeyi tercih edin :)
birazdan hepsini yapmak için dışarı çıkacağım..
(yazının bir başlığı olaydı iyiydi) :(
25 Eylül 2013 Çarşamba
açık simsiyah
"neden siyah? tabii binlerce nedeni olabilir. dünya üzerinde siyah giymeye karar vermiş milyonlarca kişi olmalı. benim de onlardan bir farkım yoktu bu güne kadar. nedenlerin değil, siyah rengin bir şekilde buluşturduğu insanlardık biz. öncelikle karamsarlık ve umutsuzluğun simgesiydi siyah. evet, bu nedenle giydim. sonra geceye karışmamın ve şiddetin rengiydi. bu nedenle de giydim. sonra renkli insanların yanında entellektüel olanı gösterirdi siyah. pembe kazaklı birinin hayat felsefesi merak edilmez! ve bu nedenle de giydim. en son olarak da kan lekeleri üzerinde kuruyunca görünmez ve daha önemlisi zayıf gösterir ki ben bütün bu nedenlerden dolayı giydim"
alıntıdan da anlaşılacağı gibi bu siyah gecede siyah ve saz arkadaşlarından bahsedeceğim. nedense ölüme pek yakıştıramıyorum bu rengi. matem, yas tutanlar tamam ama ölümün rengi beyaz olmalı. ağaran saçlar kadar beyaz, yıllardır güneş görmeyen tenler kadar beyaz, sevgili kerim tekinin söylediği gibi "kar beyazdır ölüm" kadar beyaz. ama siyah? olumsuzluklarla anılmıştır hep. kara pazartesi-kara para- kara borsa-kara kalpli-kara kış- ingilizcede geçen balck ice= gizli buzlanma- kirlenmeyle anılmıştır. mevleviler siyah cübbeyle ya da pelerin mi neyse yani dünyevi kirliliği temsilen siyah pelerinle semaya gelirler ve onu çıkarıp beyaz olan kıyafetlerle semaya çıkarlar. semaya çıkmak da ölüm değil mi aslında :) bakın onlar da ölümde beyaz giyiyorlar.
yazarın yukarda dediği gibi entellektüelliğin de simgesi. aslında entellektüellerden nefret ederim. siyahın arkasına saklanırlar bilmediği konularda gizemli görünmek için ve genel çoğunluğun savunduğu bir sav, ilahi doğru da olsa sırf farklı olmak adına karşı görüşte saf tutarlar orospu çocukları. siyah onlar için bir siperdir ve sıradan inasnları aşağılamak için bazı kalıp soruları, insanı şoka sokan yaklaşımları vardır. tavsiyem, bu entellektüel insan bir yazar veya profosör de olsa gözlerine içine bakın. farklı olmak adına yanlışı savunduklarında cesurca savunun haklılığınızı. bir tanesi ile (yazar) diyaloğum olmuştu. bu arada siyahtan nerelere geldik ama devam edeceğim tabii. neyse bu yazar sırf etrafındaki insanların, herşeyin iyisini onlar bilirmiş şakşaçılığıyla kendini kaybetmiş, her dediği yargısız doğruymuş gibi davranmaya başlamıştı. ben de sorgulayan insanları temsil edecek kadar "neden"ci ve "ispat"cıyımdır. bir iki soru sordum ve ispat istedim ortalığı boş bulup atış serbest moda geçmesin diye. rahatsız oldu ve hamle yaptı tabii. "senin bir dünya görüşün bir hayat felsefen var mı?" (tabii bunu sen kimsin ki tavrında soruyor) -vaaaa-ar- "söyle de biz de duyalım" bi an durdum yarım saniye kadar ve ilk aklıma geleni söyledim -bir cümle ile şöyle söyleyebilirm; sıkma canını okşa patlıcanını. dünya görüşüm bu- tabii o üç saniye dondu kaldı ve arkasından kocaman bir kahkaha ile sarıldı bana "işte bu azizim. böyle düşündüğünü çekinmeden söyleyen adamlar lazım bize" bilmiyordu ki o salak tavrı devam etseydi dayak yemenin hemen arefesindeydi. "kaba kuvvet mi" deyip yüzünüzü buruşturmayın. dayağı hakeden birisi çok güzel hissediyor başına geleceği ve ortamda birisinin bunu yapacağını bilmesi iyi oluyor. not: bir yazardan adıma imzalı tek kitabımı o gün aldım :)
ünlü ressamların tablolarını düşünün. kasvetli bir gökyüzü, kasvetli karakterler, yüzleri acı dolu ya da yılların yorgunluğunu yüz ifadesinden yansıtan çizgiler. ünlü bestecileri düşünün. kasvetli opera müzikleri. dünya klasikleri arasında yerini almış best seller lar düşünün. bütün bu eserlerin ortak yanı melankolik olmsıdır. salak bir ifadeyle sırıtan bir adam portresi dünyanın en güzel eseri olmaz. monalisa gibi olmalı belli belirsiz bir gülümseme, dingin bakışlar.. resmin, ressamlığın ilk adımları kenarından dere geçen, gök yüzünde sapsarı bir güneşin olduğu, çiçekli bahçe içinde, verendalı, kırmızı çatılı, pencereleri giriş kapısına göre orantısız yüksek bir ev ise; son aşaması ressamlığın, 4te üçü karanlık olan bir tuvaldeki ciddi yüz ifadeli melankolik insanlar. müzik de öyledir. yazlık şarkılar unutulur gider ama ... o şarkılar işte. en iyileridir. siyah içine çeker. ışığı da içine çeker. eski sevgilime yazmıştım bir ara. "bizi saklayan gecenin rengi, ertesi günkü buluşmamızla aramızdaki tek engel olan gecenin rengi" diye. tutkunun rengi kırmızı mıdır siyah mı? bence tutkuya göre değişir :) bu cevap avrupalı bilim heyetinin osmanlıya gelip "üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir" sorusuna osmanlı matematikçilerinin verdiği cevaba benziyor :) "üçgenine göre değişir" hep merak ederim bu cevap "yaa bi siktirin gidin sizle mi uğraşacaz" küçümseyiciliği ile mi söylenmiştir.. onu bırakın da bir insanın iç acılarının toplamı ne kadardır ki.
özeldir siyah. zilyon tane kedi rengi arasında kara kediler en özel yere sahiptir. acaba bu yaklaşım insanların herşeyi acı ile bağdaştırıp öğrenmesi ile mi ilgilidir? alın size bilimsel bir tespit: "Bir insanın düşüncelerini bileceksek onu en iyi bağımlılıklarından tanırız. 24 saat boyunca devam eden süreklilik içinde. Bedenlerinde beliren heyecanlarından tanırız. İşte bu sayede düşüncelerini biliriz. Asla ve asla seni çok seviyorum diyen insana yeniden hayat vermeyiz. Hep kendimizden nefret ettiğimiz durumlara geri döneriz. Her zaman." ben pek siyah sevmem. zorunlu oalark tercihlerim vardır ama tasvip ettiğim en koyu renk laciverttir. sağlıcakla kalın :)
ünlü ressamların tablolarını düşünün. kasvetli bir gökyüzü, kasvetli karakterler, yüzleri acı dolu ya da yılların yorgunluğunu yüz ifadesinden yansıtan çizgiler. ünlü bestecileri düşünün. kasvetli opera müzikleri. dünya klasikleri arasında yerini almış best seller lar düşünün. bütün bu eserlerin ortak yanı melankolik olmsıdır. salak bir ifadeyle sırıtan bir adam portresi dünyanın en güzel eseri olmaz. monalisa gibi olmalı belli belirsiz bir gülümseme, dingin bakışlar.. resmin, ressamlığın ilk adımları kenarından dere geçen, gök yüzünde sapsarı bir güneşin olduğu, çiçekli bahçe içinde, verendalı, kırmızı çatılı, pencereleri giriş kapısına göre orantısız yüksek bir ev ise; son aşaması ressamlığın, 4te üçü karanlık olan bir tuvaldeki ciddi yüz ifadeli melankolik insanlar. müzik de öyledir. yazlık şarkılar unutulur gider ama ... o şarkılar işte. en iyileridir. siyah içine çeker. ışığı da içine çeker. eski sevgilime yazmıştım bir ara. "bizi saklayan gecenin rengi, ertesi günkü buluşmamızla aramızdaki tek engel olan gecenin rengi" diye. tutkunun rengi kırmızı mıdır siyah mı? bence tutkuya göre değişir :) bu cevap avrupalı bilim heyetinin osmanlıya gelip "üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir" sorusuna osmanlı matematikçilerinin verdiği cevaba benziyor :) "üçgenine göre değişir" hep merak ederim bu cevap "yaa bi siktirin gidin sizle mi uğraşacaz" küçümseyiciliği ile mi söylenmiştir.. onu bırakın da bir insanın iç acılarının toplamı ne kadardır ki.
özeldir siyah. zilyon tane kedi rengi arasında kara kediler en özel yere sahiptir. acaba bu yaklaşım insanların herşeyi acı ile bağdaştırıp öğrenmesi ile mi ilgilidir? alın size bilimsel bir tespit: "Bir insanın düşüncelerini bileceksek onu en iyi bağımlılıklarından tanırız. 24 saat boyunca devam eden süreklilik içinde. Bedenlerinde beliren heyecanlarından tanırız. İşte bu sayede düşüncelerini biliriz. Asla ve asla seni çok seviyorum diyen insana yeniden hayat vermeyiz. Hep kendimizden nefret ettiğimiz durumlara geri döneriz. Her zaman." ben pek siyah sevmem. zorunlu oalark tercihlerim vardır ama tasvip ettiğim en koyu renk laciverttir. sağlıcakla kalın :)
24 Eylül 2013 Salı
21 Eylül 2013 Cumartesi
19 Eylül 2013 Perşembe
18 Eylül 2013 Çarşamba
"sabah kalkarım ve bilinçli olarak günümü istediğim şekilde kurarım. bazen aklım yapılması gerekenleri değerlendirdiğinden bunları sıraya sokup günümü sükunetle istediğim gibi kurmak zaman alır. işte bakın günümü kurarken hiç yoktan bisürü açıklanamayan küçük şey çıkar. bilirim ki bu yaratım sürecimin, ya da yaratımımın sonucudur. bunu yaptıkça beynimde bunun mümkün olduğunu kabul eden bir sinir ağı inşa ederim. bu da bana ertesi günü kurma gücü ve teşviki verir.
odaklanma yeteneğimiz, dikkatimiz o kadar da keskin değil. çünkü normal bir insan dakikada 6 ile on saniye dikkatini kaybediyor. ve dış dünyada dikkatimizi dağıtabilecek ya da oturup odaklanmamızı engelleyebilecek çok şey var. odaklanma yeteneği bile olmayan, zaman ayıramayan birinin hayatına istediği şeyler nasıl gelir? o büyük güç ona nasıl yardım eder? belki zayıf gözlemcileriz. belki bu bizim bir yeteneğimizdi ve biz geliştiremedik. belki de dış dünyaya, uyarı ve tepkiye öyle bağımlıyız ki beyin yaratmak yerine tepki vermekle yetiniyor. ayağa kalkar ve yeni bir hayatı tasarlar, buna en büyük önemi verirseniz bir bahçıvan gibi bu tohumu beslemeye büyütmeye vakit ayırırsanız mutlaka meyvesini alırsınız."
bu gün not aldığın cümlenin başı ve sonu olan halini yazdım.uzun zamandır çalışıyorum bunlar üzerinde. babil büyücüsü kitabında da bununla ilgili kısımlar okuyacaksın. modern insanın hayatına müdahale ve yaratım sürecine odaklanması gerçekten zor. elektrik olduğu sürece yani tv, bilgisayar, akıllı telefonlar dikkatimizi dağıtacak sürekli. eskiden elektrik kesilince kitap okumaya başlardım ve "iyi ki kesilmiş yoksa şu anın sessizliğini, dinginliğini hissedemeyecektim" derdim. sonra elektrik gelirdi ve ben vefasız bir dost gibi kitabı atıp bilgisyara koşardım.. tesbih çekmek bir odaklanma biçimi. karanlıkta ve sessizlikte tabii ki. yoksa mahallede bacakları ayırıp dirsekleri dizlere koyup elini bilekten çeyrek dairelerle aşağıdan yukarı savurarak tesbih çekmek değil olay.
atom altı dünya ile ilgili her teorinin bilimsel bir deneyi var. doğruyu hissedebilirsin ama bilimsel bir deney ile inancın çokdaha pekişir. bence en önemli iki deney var. ikisinin linkini koyayım buraya. hatta anlatımı çok kolay ve çizgisel olanları koyayım çünkü bu konuda yapılan gerçek deneyleri de buldum. tamamen aynı. yani biri çizgi film ve basit, diğer orjinal olanı kuru bir anlatım siyah beyaz film çekimi. özellikle araştırdım acaba çizgi film olan kurmaca mı diye değilmiş. bir de bu konuda yani yapılan deneyler ve bulgular konusunda hazırcı dincilerin videoları var sinir olursun. iki cümlede bir inşallah, maaşallah diyorlar süpergerizekalar.
çift yarık deneyi
dolanıklık
odaklanma yeteneğimiz, dikkatimiz o kadar da keskin değil. çünkü normal bir insan dakikada 6 ile on saniye dikkatini kaybediyor. ve dış dünyada dikkatimizi dağıtabilecek ya da oturup odaklanmamızı engelleyebilecek çok şey var. odaklanma yeteneği bile olmayan, zaman ayıramayan birinin hayatına istediği şeyler nasıl gelir? o büyük güç ona nasıl yardım eder? belki zayıf gözlemcileriz. belki bu bizim bir yeteneğimizdi ve biz geliştiremedik. belki de dış dünyaya, uyarı ve tepkiye öyle bağımlıyız ki beyin yaratmak yerine tepki vermekle yetiniyor. ayağa kalkar ve yeni bir hayatı tasarlar, buna en büyük önemi verirseniz bir bahçıvan gibi bu tohumu beslemeye büyütmeye vakit ayırırsanız mutlaka meyvesini alırsınız."
bu gün not aldığın cümlenin başı ve sonu olan halini yazdım.uzun zamandır çalışıyorum bunlar üzerinde. babil büyücüsü kitabında da bununla ilgili kısımlar okuyacaksın. modern insanın hayatına müdahale ve yaratım sürecine odaklanması gerçekten zor. elektrik olduğu sürece yani tv, bilgisayar, akıllı telefonlar dikkatimizi dağıtacak sürekli. eskiden elektrik kesilince kitap okumaya başlardım ve "iyi ki kesilmiş yoksa şu anın sessizliğini, dinginliğini hissedemeyecektim" derdim. sonra elektrik gelirdi ve ben vefasız bir dost gibi kitabı atıp bilgisyara koşardım.. tesbih çekmek bir odaklanma biçimi. karanlıkta ve sessizlikte tabii ki. yoksa mahallede bacakları ayırıp dirsekleri dizlere koyup elini bilekten çeyrek dairelerle aşağıdan yukarı savurarak tesbih çekmek değil olay.
atom altı dünya ile ilgili her teorinin bilimsel bir deneyi var. doğruyu hissedebilirsin ama bilimsel bir deney ile inancın çokdaha pekişir. bence en önemli iki deney var. ikisinin linkini koyayım buraya. hatta anlatımı çok kolay ve çizgisel olanları koyayım çünkü bu konuda yapılan gerçek deneyleri de buldum. tamamen aynı. yani biri çizgi film ve basit, diğer orjinal olanı kuru bir anlatım siyah beyaz film çekimi. özellikle araştırdım acaba çizgi film olan kurmaca mı diye değilmiş. bir de bu konuda yani yapılan deneyler ve bulgular konusunda hazırcı dincilerin videoları var sinir olursun. iki cümlede bir inşallah, maaşallah diyorlar süpergerizekalar.
çift yarık deneyi
dolanıklık
13 Eylül 2013 Cuma
ben bu gün nasılım
"ezmek" kelimesini okuyunca düşündüm uzun uzun ne yaptım da öyle hissetti diye. onu ezecek bişey yapmadım ki diye en sonunda "offff " diye çıktı ağzımdan. enerjim bitti, keyfim kaçtı ama yanlış anlamışım seni. arabayla ezmek miş :)) bir kere de ikinci anlamında okudum ve herşey gayet iyimiş, yolundaymış. tamam söz sorularını bir ara cevaplarım olur mu? "kalbinizi yumurta gibi kıracak bir taş" dediğim kısım "taş gibi" benzetmesini yanlış anlama diye. karakteri sağlam, güvenilir insanlar için de kullandığım bir kelimedir bu.
10 Eylül 2013 Salı
bilmem kaç ayaklı katil
discovery de bir program fragmanı vardı. "bir katilin kaç ayağı vardır?" cevaplar 2, 4, 8, 0, 40, 400 :)
4 ayaklı
8 ayaklı
2 ayaklı
sıfır ayak
40 ayak
400 ayaklı
4 ayaklı
8 ayaklı
sıfır ayak
40 ayak
400 ayaklı
6 Eylül 2013 Cuma
1oo. yayında burada olduğunuz için çok teşekkürler
SYMA
Afrikanın balta girmemiş ormanların birinde bir kabile yaşarmış.o kabilenin reisinin gözde torunu syma,hafif çekik gözlü,uzun boylu güçlü bir kızmış.doğduğu gün çok şiddetli yağmur yağdığından kabile reisi onun kaderinin farklı olacağının hissetmiş.bu kabilenin her ferdi çeşitli güçlere sahipmiş.tabi bu güçleri keşfetmeleri zaman alır,keşfettikleri zaman hiç kötüye kullanmazlarmış.kabile reisinin gücü,her hastalığı nefesiyle iyileştirebilmekmiş.zaten ondan daha güçlü güce sahip aile ferdi yokmuş.syma dedesiyle bütün keşiflere çıkar ve onun özelliğinin kendinde olduğunu sanırmış.yalnız yanıldığı nokta bu kabilenin her ferdinin farklı özelliklerde olmasıymış.kabile reisi keşifler zamanında ona yardım ettiği için bir fil hediye etmiş.syma filin adını tyo koymuş.artık en iyi arkadaşı oymuş.çünkü diğer kızlardan farklıymış.kızlar kendini kabiledeki çeşitli işlere verirken syma ormanı keşfe çıkar hiç görülmemiş güzellikte şelaleler,bitkiler,ağaçlar bulur filiyle birlikte buralardan çeşitli bitkiler toplarmış.asıl amacı kendi gücünü keşfetmek.fakat o dedesi gibi şifa veren bir güce sahip değilmiş.kabilenin diğer kızları yemek yapar,kazanları temizler,bir de takı yaparlarmış.bu kabilenin diğer bir özelliği kadınların takıya olan düşkünlüğü.boyunlarının uzun olması için halka geçirirler ve bu hakları kendileri yaparmış.üzerindeki her şeklin ayrı bir anlamı olurmuş.syma nın da takıları var fakat onun taktıkları ormanda bulduğu çeşitli bitkilerdenmiş.bir gün dedesiyle ormanda gezerken gözünün önüne bir resim gelmiş.dedesine bir yılan saldırırken görmüş.ve kısa bir süre sonra aynı resim gerçek olmuş.fili tyo ve syma dedesini kurtarmış.o an syma bu gücün ne olduğunu anlamamış.fakat zaman geçtikçe sevdiği insanlara zararlı bir şey olmadan kısa bir süre önce bunu gördüğünü fark etmiş.anlamış ki onun gücü geleceği önceden görmekmiş.bu aslında onun için zevkli bir o kadarda zor bir güçmüş.çünkü herkesin yardımına koşmak ve onların karşılaştığı güçlüklerin önüne geçmek onu zaman geçtikçe yıpratmaya başlayacakmış.sadece kötü olayları değil,güzel olanları da görüyormuş.anne karnında olan çocukların cinsiyetlerini ,aşık olan gençlerin kalp çarpıntısını,mutlu aileleri..fakat her kötülüğün önüne geçtikçe insanlar artık kötülüklerle başa çıkma yollarını unutmuşlar.çünkü syma önceden görüp bunu engelliyormuş.kabile reisi bu gücün diğer kabilelerin duymaması için çok sıkı tembihlemiş.eğer başka biri duyarsa bu güç elinden kaybolur.syma gücünü kullanarak kimsenin zarar görmesine izin vermemiş fakat asıl zarar veren kendisiymiş.çünkü insanlar ne kavga ediyor ne kavga sonu barışmanın zevkini yaşıyor,ne sinirleniyor ne de kızıyorlarmış her şey toz pembe olması onları rahatsız etmeye başlamış.birgün tyo ile her zaman gittikleri şelaleye gitmişler.şelale o kadar yavaş akıyormuş ki sanki şarkı söylüyor.yeşil ağaçların arasında masmavi bir su akıyor derenin rengi yeşile çalıyormuş.tyo ve syma şelalenin altına girmeyi ve orda oynamayı çok severlermiş.birden karşılarına biri çıkmış syma onunla göz göze gelince kalbi çıkacak gibi olmuş.hiç bişey konuşamamış.bu genç diğer kabileden geliyormuş.kendini tanıtmış ve konuşmaya başlamışlar.syma yarı utangaç tavırlarla konuşmasını sürdürmüş.eve dönerken kendi kendine neden bunu daha önce göremediğini sorgulamış.kalbinin hızlı çarpması çocuktan etkilenlendiğinin göstergesiydi.bunu dedesine anlattığında dedesi bir daha onunla konuşmamasını emretmiş.çünkü diğer kabilelerle sadece erkek erkeğe konuşulurmuş.gel zaman git zaman tekrar görüşmüşler.konuşmaması gerekirken kalbine söz geçirememiş.ve aşk symayı yakalamış.çocukla her görüşmesin de kendini daha mutlu hissediyormuş.fakat gücünü de kaybediyormuş farkında olmadan.o güç symaya diğerlerinden farklı olduğu için verilmiş.çünkü onda savaşçı ruhu varmış.bu ruh kendini aşka vermemeliymiş ama çoktan aşkın yanına gitmiş ruh.kabiledeki insanların başına her türlü kötülük gelmeye başlamış çünkü syma artık engel olamıyormuş bunu kabile reisi fark ettiğinde symanın gençle görüştüğünü anlamış.ve symaya bir tercih yapmasını söylemiş ya kabilesi ya da aşk.aslında kabile hep mutlu olmaktan sıkılmış gibi görünse de tercihe bırakılan kızın yanında olmamışlar.aksine ona büyük bir sorumluluk vermişler.’’bizi sen alıştırdın devam ettirmelisin’’diğer taraftan o güne kadar hiç yaşamadığı duygu ne olacaktı.kalbi,ellerinin terlemesi,yüz kızarması,onu öptüğünde ki heyecanı …onları bir daha yaşayamayacaktı.bir karar vermesi gerekiyordu.onu büyüten hep yanında olan kabilesi mi aşkı mı?çok zordu ikilemde kalmak.ama o aşkı tercih etti.ve kabilesini bir daha görmemek üzere aşkının yanına gitti.
Afrikanın balta girmemiş ormanların birinde bir kabile yaşarmış.o kabilenin reisinin gözde torunu syma,hafif çekik gözlü,uzun boylu güçlü bir kızmış.doğduğu gün çok şiddetli yağmur yağdığından kabile reisi onun kaderinin farklı olacağının hissetmiş.bu kabilenin her ferdi çeşitli güçlere sahipmiş.tabi bu güçleri keşfetmeleri zaman alır,keşfettikleri zaman hiç kötüye kullanmazlarmış.kabile reisinin gücü,her hastalığı nefesiyle iyileştirebilmekmiş.zaten ondan daha güçlü güce sahip aile ferdi yokmuş.syma dedesiyle bütün keşiflere çıkar ve onun özelliğinin kendinde olduğunu sanırmış.yalnız yanıldığı nokta bu kabilenin her ferdinin farklı özelliklerde olmasıymış.kabile reisi keşifler zamanında ona yardım ettiği için bir fil hediye etmiş.syma filin adını tyo koymuş.artık en iyi arkadaşı oymuş.çünkü diğer kızlardan farklıymış.kızlar kendini kabiledeki çeşitli işlere verirken syma ormanı keşfe çıkar hiç görülmemiş güzellikte şelaleler,bitkiler,ağaçlar bulur filiyle birlikte buralardan çeşitli bitkiler toplarmış.asıl amacı kendi gücünü keşfetmek.fakat o dedesi gibi şifa veren bir güce sahip değilmiş.kabilenin diğer kızları yemek yapar,kazanları temizler,bir de takı yaparlarmış.bu kabilenin diğer bir özelliği kadınların takıya olan düşkünlüğü.boyunlarının uzun olması için halka geçirirler ve bu hakları kendileri yaparmış.üzerindeki her şeklin ayrı bir anlamı olurmuş.syma nın da takıları var fakat onun taktıkları ormanda bulduğu çeşitli bitkilerdenmiş.bir gün dedesiyle ormanda gezerken gözünün önüne bir resim gelmiş.dedesine bir yılan saldırırken görmüş.ve kısa bir süre sonra aynı resim gerçek olmuş.fili tyo ve syma dedesini kurtarmış.o an syma bu gücün ne olduğunu anlamamış.fakat zaman geçtikçe sevdiği insanlara zararlı bir şey olmadan kısa bir süre önce bunu gördüğünü fark etmiş.anlamış ki onun gücü geleceği önceden görmekmiş.bu aslında onun için zevkli bir o kadarda zor bir güçmüş.çünkü herkesin yardımına koşmak ve onların karşılaştığı güçlüklerin önüne geçmek onu zaman geçtikçe yıpratmaya başlayacakmış.sadece kötü olayları değil,güzel olanları da görüyormuş.anne karnında olan çocukların cinsiyetlerini ,aşık olan gençlerin kalp çarpıntısını,mutlu aileleri..fakat her kötülüğün önüne geçtikçe insanlar artık kötülüklerle başa çıkma yollarını unutmuşlar.çünkü syma önceden görüp bunu engelliyormuş.kabile reisi bu gücün diğer kabilelerin duymaması için çok sıkı tembihlemiş.eğer başka biri duyarsa bu güç elinden kaybolur.syma gücünü kullanarak kimsenin zarar görmesine izin vermemiş fakat asıl zarar veren kendisiymiş.çünkü insanlar ne kavga ediyor ne kavga sonu barışmanın zevkini yaşıyor,ne sinirleniyor ne de kızıyorlarmış her şey toz pembe olması onları rahatsız etmeye başlamış.birgün tyo ile her zaman gittikleri şelaleye gitmişler.şelale o kadar yavaş akıyormuş ki sanki şarkı söylüyor.yeşil ağaçların arasında masmavi bir su akıyor derenin rengi yeşile çalıyormuş.tyo ve syma şelalenin altına girmeyi ve orda oynamayı çok severlermiş.birden karşılarına biri çıkmış syma onunla göz göze gelince kalbi çıkacak gibi olmuş.hiç bişey konuşamamış.bu genç diğer kabileden geliyormuş.kendini tanıtmış ve konuşmaya başlamışlar.syma yarı utangaç tavırlarla konuşmasını sürdürmüş.eve dönerken kendi kendine neden bunu daha önce göremediğini sorgulamış.kalbinin hızlı çarpması çocuktan etkilenlendiğinin göstergesiydi.bunu dedesine anlattığında dedesi bir daha onunla konuşmamasını emretmiş.çünkü diğer kabilelerle sadece erkek erkeğe konuşulurmuş.gel zaman git zaman tekrar görüşmüşler.konuşmaması gerekirken kalbine söz geçirememiş.ve aşk symayı yakalamış.çocukla her görüşmesin de kendini daha mutlu hissediyormuş.fakat gücünü de kaybediyormuş farkında olmadan.o güç symaya diğerlerinden farklı olduğu için verilmiş.çünkü onda savaşçı ruhu varmış.bu ruh kendini aşka vermemeliymiş ama çoktan aşkın yanına gitmiş ruh.kabiledeki insanların başına her türlü kötülük gelmeye başlamış çünkü syma artık engel olamıyormuş bunu kabile reisi fark ettiğinde symanın gençle görüştüğünü anlamış.ve symaya bir tercih yapmasını söylemiş ya kabilesi ya da aşk.aslında kabile hep mutlu olmaktan sıkılmış gibi görünse de tercihe bırakılan kızın yanında olmamışlar.aksine ona büyük bir sorumluluk vermişler.’’bizi sen alıştırdın devam ettirmelisin’’diğer taraftan o güne kadar hiç yaşamadığı duygu ne olacaktı.kalbi,ellerinin terlemesi,yüz kızarması,onu öptüğünde ki heyecanı …onları bir daha yaşayamayacaktı.bir karar vermesi gerekiyordu.onu büyüten hep yanında olan kabilesi mi aşkı mı?çok zordu ikilemde kalmak.ama o aşkı tercih etti.ve kabilesini bir daha görmemek üzere aşkının yanına gitti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)