Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben
verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün
insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle
oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç
cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri,
çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain
karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni
yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta
kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir
yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini
yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece.
Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar
oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam
gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim.
Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi*lirim. Benim adım Kaygusuz
Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer
yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük
kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da
öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse
dayanamaz... Platon'un
Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım:
doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen
fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece
doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını
anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir
şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın
yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de,
Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada,
birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime
yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim.
Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana
bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık
oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp
geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini.
Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa,
onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim.
Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı
hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok
uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık
bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir
psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı,
masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi.
Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince
direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı
seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her
şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki
hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben...
Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim.
Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım
boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde
boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en
gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime
zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni
bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi
toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol
elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen
kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi.
Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde.
Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki
kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım.
Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye
geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka
bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben
daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim
bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça
öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime
dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap
yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak
gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen,
küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir
tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların
düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım.
Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm
süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek
yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma
kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk
Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya
geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere
sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk
gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim
hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış
olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar
korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek
ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası
içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde
yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını
belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar
arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ
çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür
maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye
hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük
hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda
Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve
dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret
kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en
salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da
öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana
kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta
biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı
için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç
tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın
hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği
bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü
Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi
yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre
bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan
uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir
ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış,
birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon
danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş
Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım
oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum.
Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller
kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar.
Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel
kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı
keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları
hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi
geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak
ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca
geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya
başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker
oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş
zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç
kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum.
Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum,
insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum.
İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla
yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün
bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine
yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir
seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur
içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu
mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı
ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada
hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da
alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman.
Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası
yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye
kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce
kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp
ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile
bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde
başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri
seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında.
Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız
hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize
anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da
umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile
unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama
hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok
yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
bu paragrafı okuduktan sonra aldım bu kitabı. aslında almaya karar verdim ama o "biri"si benden önce davranıp benim için aldı. ben de hayatında hiç kitap okumamış birine (tarık) aldım. "bunu okursan kafadan 100 kitap okumuş kadar olursun" dedim. kafamız dumanlıyken başladı okumaya ve ilk sayfalarda kitap boğazına yapıştı iki eliyle. her cümle kurşun gibi geliyordu ona. --sonra mutlaka okuyacağım çok iyi kitap-- deyip kaldırdı. tahmin ediyordum böyle olacağını ama denedim en azından :) müge ise kitabın ortalarındaki çamura saplandı. kitap onunla almanya türkiye gezdi durdu. şimdilerde okula giderken ne kadar entel, kültçü ya da underground olduğunu göstermek için taşıyor. hala bitiremedi. ben iki defa okudum ve 3.sü için sözleştim. hayatımdan o kadar çok şey var ki içinde. mesela aşk için yazdıkları.
“İnsanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini
anlayamıyordum. Böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. Kötü
sahnelenmiş bir piyes gibi! Sanki bir insana değil de bir koltuğa aşık
olunuyormuş gibi!” ben böyle aşık oluyorum ve onunla doluyorum. herşey ama herşey bekleyebilir aşk varken. bütün o büyük eserler, çıkılan dünya turları, devasa mimari yapıtlar ama her şey savaşlar bile "aşk" ın yokluğunda zaman geçirmek için bir uğraş. benim için aşk varsa dünya bekleyebilir. kitabın içerdiği şiddet ise damarlarımda akıyor zaten. kısaca çoook şey var benden içinde. benim gerçekliğimde benden çok şey olması kadar doğal bişey yok zaten :)
ekleme: bence sen bir taslak daha yaz canım. ben bu yazıyı yayınlayınca taslak sayısı birtane düştü :) uhtiiiii yaaa :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder