28 Kasım 2013 Perşembe
kinyas & kayra
Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben
verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün
insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle
oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç
cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri,
çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain
karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni
yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta
kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir
yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini
yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece.
Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi*lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
bu paragrafı okuduktan sonra aldım bu kitabı. aslında almaya karar verdim ama o "biri"si benden önce davranıp benim için aldı. ben de hayatında hiç kitap okumamış birine (tarık) aldım. "bunu okursan kafadan 100 kitap okumuş kadar olursun" dedim. kafamız dumanlıyken başladı okumaya ve ilk sayfalarda kitap boğazına yapıştı iki eliyle. her cümle kurşun gibi geliyordu ona. --sonra mutlaka okuyacağım çok iyi kitap-- deyip kaldırdı. tahmin ediyordum böyle olacağını ama denedim en azından :) müge ise kitabın ortalarındaki çamura saplandı. kitap onunla almanya türkiye gezdi durdu. şimdilerde okula giderken ne kadar entel, kültçü ya da underground olduğunu göstermek için taşıyor. hala bitiremedi. ben iki defa okudum ve 3.sü için sözleştim. hayatımdan o kadar çok şey var ki içinde. mesela aşk için yazdıkları.
“İnsanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini anlayamıyordum. Böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. Kötü sahnelenmiş bir piyes gibi! Sanki bir insana değil de bir koltuğa aşık olunuyormuş gibi!” ben böyle aşık oluyorum ve onunla doluyorum. herşey ama herşey bekleyebilir aşk varken. bütün o büyük eserler, çıkılan dünya turları, devasa mimari yapıtlar ama her şey savaşlar bile "aşk" ın yokluğunda zaman geçirmek için bir uğraş. benim için aşk varsa dünya bekleyebilir. kitabın içerdiği şiddet ise damarlarımda akıyor zaten. kısaca çoook şey var benden içinde. benim gerçekliğimde benden çok şey olması kadar doğal bişey yok zaten :)
ekleme: bence sen bir taslak daha yaz canım. ben bu yazıyı yayınlayınca taslak sayısı birtane düştü :) uhtiiiii yaaa :)
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi*lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
bu paragrafı okuduktan sonra aldım bu kitabı. aslında almaya karar verdim ama o "biri"si benden önce davranıp benim için aldı. ben de hayatında hiç kitap okumamış birine (tarık) aldım. "bunu okursan kafadan 100 kitap okumuş kadar olursun" dedim. kafamız dumanlıyken başladı okumaya ve ilk sayfalarda kitap boğazına yapıştı iki eliyle. her cümle kurşun gibi geliyordu ona. --sonra mutlaka okuyacağım çok iyi kitap-- deyip kaldırdı. tahmin ediyordum böyle olacağını ama denedim en azından :) müge ise kitabın ortalarındaki çamura saplandı. kitap onunla almanya türkiye gezdi durdu. şimdilerde okula giderken ne kadar entel, kültçü ya da underground olduğunu göstermek için taşıyor. hala bitiremedi. ben iki defa okudum ve 3.sü için sözleştim. hayatımdan o kadar çok şey var ki içinde. mesela aşk için yazdıkları.
“İnsanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini anlayamıyordum. Böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. Kötü sahnelenmiş bir piyes gibi! Sanki bir insana değil de bir koltuğa aşık olunuyormuş gibi!” ben böyle aşık oluyorum ve onunla doluyorum. herşey ama herşey bekleyebilir aşk varken. bütün o büyük eserler, çıkılan dünya turları, devasa mimari yapıtlar ama her şey savaşlar bile "aşk" ın yokluğunda zaman geçirmek için bir uğraş. benim için aşk varsa dünya bekleyebilir. kitabın içerdiği şiddet ise damarlarımda akıyor zaten. kısaca çoook şey var benden içinde. benim gerçekliğimde benden çok şey olması kadar doğal bişey yok zaten :)
ekleme: bence sen bir taslak daha yaz canım. ben bu yazıyı yayınlayınca taslak sayısı birtane düştü :) uhtiiiii yaaa :)
27 Kasım 2013 Çarşamba
24 Kasım 2013 Pazar
iyi ki varsınız öğretmenler
kendi tarzımda öğretmenlerimi anmak istedim. biraz gerçekliğimi anlayış biçimimden biraz da hikayelerden.
kaskana der ki; "başkalarını yok sayanlar kendilerini de yok sayarlar. herkes aynı noktanın içinde bir noktadır ki aslında herkes aynı birin bir parçasıdır."
+bu tuvalin hali ne lan? bir tane mavi nokta koymuşsun. olmuş mu?
- olmamış mı :\
+ olmamış tabii. hani diğer renkler? hani desenler?
-ne biliim böyle tertemiz olsun, orjinal kalsın istedim mümkün olduğunca ve elimi eteğimi dünya zevklerinden çektim.
+ iyi bo..yav git bunu doldur azcık günah neyim işle mesela şuraya mutlu bir çalı, şuraya da bir ağaç yanına da bir arkadaş yapabilirsin. belki orada mutlu bir dere, şu dağın üstünde de hüzünlü bir kar olabilir. yürü git laaaaan!
yani başkalarını yok saydığın ölçüde kendini de inkar edersin. bunun şimdi öğretmenler günü ile ne alakası var demeyin. geçmişte bir çok öğretmeniniz oldu. iyisiyle kötüsüyle. zaten iyi bir insanım ben diyorsan hayatta karşılaştığın iyi insanlar da iyi öğretmenlerin de fazladır. ama size bişeyler öğreten öğretmeninizden kötü bahsederseniz, kötü hallerini anarsanız ondan öğrendiğiniz bilgiler sizi terk eder. bu da yapının temellerinden bişeyleri söküp altını boşaltmaya benzer ve çökmeler olabilir. hem de en olmadık zamanda. mesela üniverste sınavında zorlu bir integral problemi çözerken kötü bahsettiğiniz 4.sınıf öğretmeninizin öğrettiği çarpım tablosu sizi çarpabilir. bi anda 6x7 beyninizin matrixinde 41 olarak yanıp sönmeye başlar ve içini özenle siyaha boyadığınız
hikaye mi demiştik bir de? ok.
eski zamanda bir usta ve bir çırağın hikayesi bu. usta ve çırak deyince aklıma bir karikatür geldi onu da ekleyeyim sonuna :) neyse usta, çırağın sürekli şikayet etmesinden, bir türlü memnun olamamasından rahatsız. gönülsüz olunca tabii işler de ters gidiyor. usta onu defetmek yerine kazanmak için bir oyun hazırlıyor bilgece.
+gel lan buraya it oğlu it. sana "seks ve seyahat" içeren bir teklifim var diyor.
-oooo yeeee!! nedir nedir nedir? diyor çırak sabırsızca.
+"siktir-git"
demiyor tabii ki benim hatlar karıştı da birden :\
oğlum al şu bir avuç tuzu bir bardak suya karıştır diyor. çırak da :\ aha bu yüz ifadesiyle karıştırıyor eritiyor. sonra da usta iç bakalım diyor. içiyor ve "anaaaaaaaam çoq tuzlu ya bu" diyor ağzından salyalarını akıta akıta.
sonra usta "al bu bir avuç tuzu şu gördüğün göle serp karıştır şimdi" diyor. çırak yapıyor. göle serpiyor ve tuz kayboluyor tabi koca gölde. sonra usta doldur ve iç bakalım bir bardak diyor. çırak gölden bir bardak su dolduruyor ve içiyor. usta nasıl tadı diye sorduğunda ohhhh çok ferah iyi geldi diyor.
bunun üzerine usta otur bakalım şöyle diyor ve;
"yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. ıstırabın miktarı hep aynıdır. ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. ıstırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış" diyor :) sağlıcakla kalın.
aaaa pardon karikatür vardı hemen ekleyeyim.. nyese bulamadım sonra yüklerim..
kaskana der ki; "başkalarını yok sayanlar kendilerini de yok sayarlar. herkes aynı noktanın içinde bir noktadır ki aslında herkes aynı birin bir parçasıdır."
☯
denge işaretinde olduğu gibi herkesin içinde, dünyasında eşit miktarda iyilik ve kötülük bulunmakta. bu öyle bir dünya ki "iyilik-kötülük", "doğru-yanlış" olmadığı bir dünya. "evet ile hayır" ın aynı anlama geldiği bir dünya. gerçekliğimizi yaşarken bir çok rol ve görev yüklediğimiz karakterlerle karşılaşırız. bunların içinde sadece geri planı doldurmak yani öyle gerektiği için kalabalık yapanlar da vardır, manasız sesler çıkaranlar da. delilerimiz de vardır. söylediklerinden ve yaptıklarından sorumlu olmayanlar. kimine göre tanrı, bazen onların ağzından konuşur, onların davranışı ile bizi imtahan eder. yaşamak bir sanatsa iyisiyle kötüsüyle, delisiyle dahisiyle kabul edip gerçekliğimizin bizim için hazırladığı armağanları şükranla kabul edip, farklı renk ve manzaraların farkında olarak yaşamalıyız. bu sebeple inkar ettiğimiz, yok saydığımız başkaları bizim hayat tuvalimizdeki resmi oluşturan bir kırmızı, bir siyah, bir mor, bir fırça, bir inceltici belki de tuvalin bir kısmı. resim bitip de geriye yaslanıp baktımızda planladığımızdan daha güzel bir resimle ya da kafamızdakileri yansıtamadığımız bir çerçeve ile karşılaşacağız. üstümüzde kefen, koltuğumuzun altında bir tablo ile müracaat yerine gidip görüşme için sıra bekleyecez. kanatları olan görevli bakacak ve:+bu tuvalin hali ne lan? bir tane mavi nokta koymuşsun. olmuş mu?
- olmamış mı :\
+ olmamış tabii. hani diğer renkler? hani desenler?
-ne biliim böyle tertemiz olsun, orjinal kalsın istedim mümkün olduğunca ve elimi eteğimi dünya zevklerinden çektim.
+ iyi bo..yav git bunu doldur azcık günah neyim işle mesela şuraya mutlu bir çalı, şuraya da bir ağaç yanına da bir arkadaş yapabilirsin. belki orada mutlu bir dere, şu dağın üstünde de hüzünlü bir kar olabilir. yürü git laaaaan!
yani başkalarını yok saydığın ölçüde kendini de inkar edersin. bunun şimdi öğretmenler günü ile ne alakası var demeyin. geçmişte bir çok öğretmeniniz oldu. iyisiyle kötüsüyle. zaten iyi bir insanım ben diyorsan hayatta karşılaştığın iyi insanlar da iyi öğretmenlerin de fazladır. ama size bişeyler öğreten öğretmeninizden kötü bahsederseniz, kötü hallerini anarsanız ondan öğrendiğiniz bilgiler sizi terk eder. bu da yapının temellerinden bişeyleri söküp altını boşaltmaya benzer ve çökmeler olabilir. hem de en olmadık zamanda. mesela üniverste sınavında zorlu bir integral problemi çözerken kötü bahsettiğiniz 4.sınıf öğretmeninizin öğrettiği çarpım tablosu sizi çarpabilir. bi anda 6x7 beyninizin matrixinde 41 olarak yanıp sönmeye başlar ve içini özenle siyaha boyadığınız
©
şıkkı sizi yanıltma görevini yerine getirmiş olur. kim bilir belki "kim 5oo bin istemez ki" yarışmasına girersiniz ve yaramazlıkla meşgul olduğunuz anda öğretmeninizin anlattığı nasrettin hoca fıkrasındaki ayrıntıyı kaçırdığınız için herkesin çoook iyi bildiği soruda ter dökerken, herkes size götüyle güler :) peki kötü öğretmenlerin cezası ne olacak? onların cezası unutulmak ve asla hatırlanmamaktır.hikaye mi demiştik bir de? ok.
eski zamanda bir usta ve bir çırağın hikayesi bu. usta ve çırak deyince aklıma bir karikatür geldi onu da ekleyeyim sonuna :) neyse usta, çırağın sürekli şikayet etmesinden, bir türlü memnun olamamasından rahatsız. gönülsüz olunca tabii işler de ters gidiyor. usta onu defetmek yerine kazanmak için bir oyun hazırlıyor bilgece.
+gel lan buraya it oğlu it. sana "seks ve seyahat" içeren bir teklifim var diyor.
-oooo yeeee!! nedir nedir nedir? diyor çırak sabırsızca.
+"siktir-git"
demiyor tabii ki benim hatlar karıştı da birden :\
oğlum al şu bir avuç tuzu bir bardak suya karıştır diyor. çırak da :\ aha bu yüz ifadesiyle karıştırıyor eritiyor. sonra da usta iç bakalım diyor. içiyor ve "anaaaaaaaam çoq tuzlu ya bu" diyor ağzından salyalarını akıta akıta.
sonra usta "al bu bir avuç tuzu şu gördüğün göle serp karıştır şimdi" diyor. çırak yapıyor. göle serpiyor ve tuz kayboluyor tabi koca gölde. sonra usta doldur ve iç bakalım bir bardak diyor. çırak gölden bir bardak su dolduruyor ve içiyor. usta nasıl tadı diye sorduğunda ohhhh çok ferah iyi geldi diyor.
bunun üzerine usta otur bakalım şöyle diyor ve;
"yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. ıstırabın miktarı hep aynıdır. ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. ıstırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış" diyor :) sağlıcakla kalın.
aaaa pardon karikatür vardı hemen ekleyeyim.. nyese bulamadım sonra yüklerim..
22 Kasım 2013 Cuma
20 Kasım 2013 Çarşamba
17 Kasım 2013 Pazar
5 Kasım 2013 Salı
2 Kasım 2013 Cumartesi
:\
uyumuştum yeni uyandım. kafamda çalan şarkı buydu. akşamüstü antrenman güzel geçti. enerjisizim. ölü taklidi yaptığımdandır. eklemeni okuduğumda sana kızdım. duygularımı kontrol etme ve gerçekten ne hissettiğimi tahlil etme mücadelemde (kanye west in klibini ve klip yorumumu hatırla (hani şu mutfaklı)) nedenini bile bilmediğin kızgınlık sitemini de yüklediğin için teşekkür ederim. tam destek diyosun yani. merak etme yarına daha iyi olurum. burası özgür bir platform :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)