31 Aralık 2014 Çarşamba
15 Aralık 2014 Pazartesi
2 Aralık 2014 Salı
24 Ekim 2014 Cuma
16 Ekim 2014 Perşembe
9 Ekim 2014 Perşembe
AĞLAMAK ZAYIFLIK MI? 2
Bana göre zayıflık test ettim onayladım artık.ne kadar
savunsam da olmuyor toplum zayıflık olmadığını fark edemiyor.gülmeyi doğal
olarak kabul ediyor ağlamak ise çocuk gibi oluyor hemen acıyan gözler üzerine
dikiliyor.yok mu kardeşim beni anlayan benim gibi kendini ifade ederken iyi ya
da kötü savunma sırasında ağlayan biri.niye yaa ne güzel konuşuyorken neden
tutmuyorum kendimi.aslında tutuyordum konuşurken o içimde ki sesler evet hadi
süper gidiyor sakın ağlama haa derken beyne ağlamak kelimesi dıt dıt dıt yanıp
sönüyor göz pınarları burda mı akacaktık lan doğru zamanlama hadi başla veee
hopp yanaklardan akan nehir suları.yaa bak ben sana değer vermiyorum kadın
hayatımda olsan da olur olmasan da sen benim için sıradan bir tufarlarsın benim
amacım kendimi ifade etmek ve sen bana öyle davranamazsın konuşmazsan konuşma
ben sana seslenmişim ne hakla bana öyle bir el hareketi yaparsın yaa dur konu
ağlamak zayıflık mı bu konuya değinmiycem.geçti gitti.aslında sorunu biliyorum
ben tartışmayı sevmiyorum gerilmeyi beta durumu yani alfada gezinirken beni betaya
çeken durum olunca beynimdeki elektirikler kısa devre yapıyor.tabi tartışmasız
olmuyor küsülmesin yok sayılmak gücüme giden.çoookk yakın bir arkadaşımla
aramızda sebebi çok önemli olmayan bir şey yüzünden soğukluk girdi aradım
yumuşak bir ses tonuyla karşımda gergin bir ses ve başladım hem ağlamaya hem
anlatmaya belki de ilk defa böyle bişey yaşadı ve çok yadırgamadı onun için
değerli geldi.başkasına böyle bişey yaşasan ya da yaa böyleoldu desen hemen
çocuk gibi ağladın mı? Çok çocukça deyip seni küçümserler.içinden tut derken ve
hala konuşurken nasıl ağlarsın bir de oratalık yerde yapmaaa senin için hazır
bir spor salonu varken başkasının yanında ağlama al anahtarı kitle kapıları
avazın çıktığı kadar bağırıp ağla hıçkıra hıçkıra ya da böyle yaz gitsin çünkü
anahtarı veren de seni okuyanda aynı kişi ve sana ağlama demiyor sadece güçlü
olabilirsin diyor.ona burdan tüm gözyaşlarımı hediye ediyorum istediği zaman
kullansın diye.çünkü ağlamısını bilmiyor.kötü anları için ağlamasın yani kötü
şeyler yaşayıp ağlasın diye değil hediyem her sevincin de kullansın
diye.ağlamak zayıflık mı?:))))
SEN DEĞERLİ MİSİN?
Neye değer verirsiniz?bir insana hıımm eşine ,dostuna, çocuğuna, annene, babana, kardeşine ,ablana,
abine, teyzene, halana …diye uzar gider. bu insan tarafı.bir de bir maddeye
duyulan değer var bir kitap,toka ,bileklik,saat ,küpe….bu da uzar gider.niye
değer verirsin peki.senin için çok önemlidir, onsuz yapamazsın, sana şans
getirir ,zor gününde, iyi gününde yanındadır.onsuz bir yere gitmezsin, şansa
ihtiyacın varsa yanına alırsın ,güzel ,kötü her şeyi paylaşırsın .bakın bunu
sadece insanlar için söylemiyorum canın mı sıkıldı? senin için değerli bir
kitabı okursun, rahatlarsın yada elinde bir taş vardır onu sımsıkı tutarsın ,sana
kimsenin vermediği enerjiyi verir.bir toka, seni hiç olmadığın kadar güzel gösterir senin
değerli eşyan olur.değer insan için önemli bir kavram.
Bana gelelim sebepsiz bir çok şey benim için çok değerli
olabiliyor.insanlara, belki de hiç hak etmedikleri değeri veriyorum. ya da bu
saygıdan da oluyor.değer verdiklerini kaybetekten neden korkarsın? önemsediğin
için. Korktukça da amk daha bir değerli olurlar.sen de üzerine titresin kendini
bir boktan sanar.gerizekalı çok mu değerin var?hepsini kendine kullan neden
hibe ediyosun ki başkasına. aaaa olur
mu?sen başkasına değer ver ki sen değerli ol .yüklenmiş bir kere.ruh bedene
verildiğinde herkese aynı şeyler söylenmiyor.’’eyy ruh sen sağlam ,duyarsız ,lafını
çat çat söyleyen ,yeri gelince taş kalpli ,sürekli alfa da kalıp dünyanın
çivisini sökeceksin yürüüü’’ .sırada ki!!! Sen mi yanlış zamanda geldin koçum
yaşacağın zaman içinde güçlü olanları senden bir öncekine verdik sana az bir
laf sokmaca bol bol sevgi kendini
savunma mekanizması az haydii geliştir
kendini kolaysa keh keh keh sen de yallah! Bu bir kendini nasıl ezebilirim
cümlesi oldu farkındayım. biliyorum tabi ruh ne istiyorsa onu yapıyor bişeyler
yüklenmiyor doğarken saf temiz boş bir levha. ama o çevre ,o levhayı kendine
göre öyle bir dolduruyor ki eğer doldurduklarını silip yerine kendine göre bir şeyler
yazabiliyorsan ne mutlu sana
7 Ekim 2014 Salı
2 Ekim 2014 Perşembe
19 Eylül 2014 Cuma
3 Ağustos 2014 Pazar
İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer
olması için yıllarca çalışırlardı. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı
olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız
limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve
düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini,
fişlendiğini, nerede oturduğunun ne yaptığının kaydının yapıldığını
düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın
alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek, Film izlemek gibi. Ama yine de
bunlar sahte heyecanlardı. Dinozorların çocukları yemeyeceğini
bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla
ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, Gerçek
kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek
heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntısına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.
Bunlar Anneciğin ona anlattığı şeylerdi.
"Keşfedilmemiş tek alan, elle tutulamayanların dünyasıdır. Bunun dışındaki her şey çok sıkı örülmüştür" derdi.
Çok fazla kanunun içinde hapsolmuş durumdayız.
Elle tutulamayanlar derken interneti, filmleri, müziği, hikayeleri, sanatı, dedikoduları, bilgisayar programlarını, yani gerçek olmayan her şeyi kastediyordu. Sanal gerçeklikten bahsediyordu. Yalandan inanılan şeylerden. Kültürden.
Gerçekdışı şeyler, gerçeklikten daha güçlüdür.
Çünkü sadece elle tutulamayan fikirler, mefhumlar, inanışlar ve fanteziler kalır. Taşlar ufalanır. Ağaçlar çürür. İnsanlar da maalesef ölürler. Fakat bir düşünce, bir rüya, bir efsane gibi aslında son derece kırılgan şeyler yaşarlar da yaşarlar.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntısına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.
Bunlar Anneciğin ona anlattığı şeylerdi.
"Keşfedilmemiş tek alan, elle tutulamayanların dünyasıdır. Bunun dışındaki her şey çok sıkı örülmüştür" derdi.
Çok fazla kanunun içinde hapsolmuş durumdayız.
Elle tutulamayanlar derken interneti, filmleri, müziği, hikayeleri, sanatı, dedikoduları, bilgisayar programlarını, yani gerçek olmayan her şeyi kastediyordu. Sanal gerçeklikten bahsediyordu. Yalandan inanılan şeylerden. Kültürden.
Gerçekdışı şeyler, gerçeklikten daha güçlüdür.
Çünkü sadece elle tutulamayan fikirler, mefhumlar, inanışlar ve fanteziler kalır. Taşlar ufalanır. Ağaçlar çürür. İnsanlar da maalesef ölürler. Fakat bir düşünce, bir rüya, bir efsane gibi aslında son derece kırılgan şeyler yaşarlar da yaşarlar.
Chuck Palahniuk, Choke
20 Temmuz 2014 Pazar
test- hangi duygusunuz?
Arzu
Bir
şeyi istemek, olması için büyük bir dürtü duymaktır. Bir çok şeyi
arzulayabilir insan evladı ve arzuladıkları şey için savaşır. Siz bir
duygu olsaydınız, adınız arzu konurdu. İstekleriniz doğrultusunda
verdiğiniz mücadeleyi görmemek mümkün değil. Arzularının peşinden
koşarken kendinizi yoruyor, incitiyor ve aynı zamanda mutlu ediyorsunuz.
Arzularınız, mantığınızın önünde koşuyor her zaman. Çünkü mutlu olmanın
yolunun buradan geçtiğini düşünüyorsunuz.
ben bu duyguymuşum. buyrun siz de bakın:
17 Temmuz 2014 Perşembe
15 Temmuz 2014 Salı
5 Temmuz 2014 Cumartesi
2 Temmuz 2014 Çarşamba
21 Haziran 2014 Cumartesi
dandanakan savaşı
Dandanakan Savaşı, Asya’da hakim bulunan iki Türk Devleti arasında 23
Mayıs 1040 yılında meydana gelmiş, Selçuklu Devletinin vücut bulmasına
ve Gazne Devletinin yıkılma sürecine girmesine sebep olmuştur.
bazı insanlarda da korkunç bir hafıza olduğunun göstergesidir bu savaş. tebrikler ve alkışlar :)
not: denize gidiyorum gelicem
bazı insanlarda da korkunç bir hafıza olduğunun göstergesidir bu savaş. tebrikler ve alkışlar :)
not: denize gidiyorum gelicem
15 Haziran 2014 Pazar
baba-ma şiir
"seni gömerken ellerim
küreğin sapı kadar hissizdi.
tabutuna koydum
sana gülen yüzümü,
eski anılarımı da
son çivi olarak çaktım.
eski günlerin hatırına
sana son kez hitap ediyorum
belki bebekken ağzımdan
çıkan ilk hecelerimle
ba.................ba
benim için öldün.baba."
küreğin sapı kadar hissizdi.
tabutuna koydum
sana gülen yüzümü,
eski anılarımı da
son çivi olarak çaktım.
eski günlerin hatırına
sana son kez hitap ediyorum
belki bebekken ağzımdan
çıkan ilk hecelerimle
ba.................ba
benim için öldün.baba."
14 Haziran 2014 Cumartesi
amin maalouf-semerkant dan alıntı
Şah'ın katilinin suç ortağının, yabancıların kaldıkları otelde olduğunu duymuşlardı. Kaçtığımı görünce, o kahramanın ben olduğumu anlamışlar ve beni korumak istemişlerdi. Neden mi? Bundan onbeş yıl önce, evin reisi, bir ayrılıkçı tarikata bağlı olduğu gerekçesiyle haksız yere idam edilmişti. O tarikat, çok kadınlı evliliğin kaldırılmasını, kadın-erkek eşitliğini, demokrasiyi savunan Babîlik tarikatı idi. Şah'ın ve din adamlarının ortak eylemleriyle on binlerce Babîlik yanlısı öldürülmüş, tabii bu ara, komşunun ihbarı gibi sudan nedenlerle binlerce masum da katledilmişti. İşte kurtarıcım, o günden beri, kızlarıyla yapayalnız kalmış ve intikam saatinin çalmasını beklemişti. Üç kadın, o intikamı almış olan kahramanın, mütevazı evlerine şeref vermesinden onur duyuyorlardı. Kadınların gözünde kahraman olmuşsanız, onları yalanlıyabilir misiniz? Düşlerini kırmanın yersiz hatta tehlikeli olacağını düşündüm. Yaşam savaşı veriyordum ve onlara ihtiyacım vardı. Gizemli bir
suskunluğa bürünmekle, son kuşkularını da dağıtmış oldum. Üç kadın, bir bahçe, işime yarayan bir yanılgı... Bu İran ilkbaharının gerçek dışıymış gibi geçen kırk gününü, sonsuzluğa dek anlatabilirim. Müthiş bir yabancılık çektim, üstelik bu Doğulu kadınlar araında en ufak bir yerim olamazdı. Koruyucum, kendisini ne gibi zorlukların beklediğini biliyordu. Üstüste koyduğu üç şilteli yer yatağımda mışıl mışıl uyurken, eminim o, sabaha dek gözlerini kırpmamıştı. Sabah şafağında beni çağırtmış, sağıma oturtmuş, iki kızını da sol yanına almıştı. Sonra uzun uzun düşünüp tasarladığı anlaşılan bir konuşma yaptı. Önce cesaretimi övdü ve beni evinde ağırlamaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Sonra bir süre sustu, gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Kızardım, başka yere baktım ama beni kendine doğru çekti. Omuzları ve göğüsleri çıplaktı. Sözle ve işaretle göğüslerini öpmemi istedi. Kızlar kıkırdıyordu ama anaları törensel bir ciddiyete bürünmüştü. En masum halimle, dudaklarımı meme uçlarına değdirdim. Önce birine, sonra diğerine... Bunun üzerine, hiç acele etmeden, düğmelerini ilikledi. Son derece resmi bir biçimde:
— Böylece oğlum oldun, dedi. Seni doğurup, emzirmiş gibiyim. Sonra, gülmeyi kesmiş olan kızlarına döndü ve benim bundan böyle ağabeyleri olduğumu, bana öz kardeşleri gibi davranmalarını istedi. Tören duygulandırıcı ama gülünçtü. Ama sonra düşündüğüm vakit, Doğu'nun ince bir yönünü keşfettim. Bu kadın için, içinde bulunduğumuz durum, zor bir durumdu. Bana, hayatı pahasına yardım elini uzatmaktan çekinmemiş ve kayıtsız, koşulsuz evini açmıştı. Ama öte yandan, sabah akşam kızlarıyla birlikte kalan yabancı bir erkeğin varlığı, başka bir tehlike içeriyordu. Simgesel bir evlat edinme töreninden başka bir çözüm düşünülebilir miydi? Artık evde istediğim gibi dolaşabilecek, aynı odada yatabilecek, "kızkardeşlerimi" alınlarından öpebilecektim. Bu evlat edinme töreni ile hepimizi korumuş oluyordu.
suskunluğa bürünmekle, son kuşkularını da dağıtmış oldum. Üç kadın, bir bahçe, işime yarayan bir yanılgı... Bu İran ilkbaharının gerçek dışıymış gibi geçen kırk gününü, sonsuzluğa dek anlatabilirim. Müthiş bir yabancılık çektim, üstelik bu Doğulu kadınlar araında en ufak bir yerim olamazdı. Koruyucum, kendisini ne gibi zorlukların beklediğini biliyordu. Üstüste koyduğu üç şilteli yer yatağımda mışıl mışıl uyurken, eminim o, sabaha dek gözlerini kırpmamıştı. Sabah şafağında beni çağırtmış, sağıma oturtmuş, iki kızını da sol yanına almıştı. Sonra uzun uzun düşünüp tasarladığı anlaşılan bir konuşma yaptı. Önce cesaretimi övdü ve beni evinde ağırlamaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Sonra bir süre sustu, gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Kızardım, başka yere baktım ama beni kendine doğru çekti. Omuzları ve göğüsleri çıplaktı. Sözle ve işaretle göğüslerini öpmemi istedi. Kızlar kıkırdıyordu ama anaları törensel bir ciddiyete bürünmüştü. En masum halimle, dudaklarımı meme uçlarına değdirdim. Önce birine, sonra diğerine... Bunun üzerine, hiç acele etmeden, düğmelerini ilikledi. Son derece resmi bir biçimde:
— Böylece oğlum oldun, dedi. Seni doğurup, emzirmiş gibiyim. Sonra, gülmeyi kesmiş olan kızlarına döndü ve benim bundan böyle ağabeyleri olduğumu, bana öz kardeşleri gibi davranmalarını istedi. Tören duygulandırıcı ama gülünçtü. Ama sonra düşündüğüm vakit, Doğu'nun ince bir yönünü keşfettim. Bu kadın için, içinde bulunduğumuz durum, zor bir durumdu. Bana, hayatı pahasına yardım elini uzatmaktan çekinmemiş ve kayıtsız, koşulsuz evini açmıştı. Ama öte yandan, sabah akşam kızlarıyla birlikte kalan yabancı bir erkeğin varlığı, başka bir tehlike içeriyordu. Simgesel bir evlat edinme töreninden başka bir çözüm düşünülebilir miydi? Artık evde istediğim gibi dolaşabilecek, aynı odada yatabilecek, "kızkardeşlerimi" alınlarından öpebilecektim. Bu evlat edinme töreni ile hepimizi korumuş oluyordu.
5 Haziran 2014 Perşembe
1 Haziran 2014 Pazar
steppenwolf
"insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez.' ne
anlamlı bir söz, değil mi? yüzmek istememeleri doğal çünkü karada
yaşamak için dünyaya gelmişler, suda değil. ve düşünmek istememeleri de
doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim
düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri
bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir
böyle biri ve bir gün gelip suda boğulur"
hermann hesse nin "bozkır kurdu" romanından.
26 Mayıs 2014 Pazartesi
John Steinbeck in oğlu Thom’a 1958′de yazdığı bir mektup
New York
10 Kasım 1958
Sevgili Thom;
Mektubunu bu sabah aldık. Ben kendi bakış açımdan yanıt vereceğim, elbette Elaine de kendi bakış açısından.
İlk olarak — eğer âşıksan –bu çok güzel bir şey– bu, bir insanın başına gelebilecek en güzel şey. Kimsenin bunu küçük görmesine izin verme.
İkincisi — Birkaç çeşit aşk vardır. Biri bencil, acımasız, açgözlü, egoisttir ve aşkı kendi kibirini beslemek için kullanır. Bu çirkin, zarar verici bir türdür. Diğeri ise içindek iyi her şeyin dışa vurmasını sağlar — nezaketin, inceliğin ve saygının; yalnızca görgü kurallarına duyulan saygının değil, bir başkasını eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygının da. İlk tür seni hasta eder, kendini küçük ve zayıf hissetmene yol açar ama ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu bile bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği etrafına yaymanı sağlar.
Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.
Ama sanırım benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyordun. Bunu sen herkesten daha iyi bilirsin. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle ilgili yardımcı olmamı istiyorsun — ki bunu yapabilirim.
Öncelikle sonuna kadar tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.
Aşkın amacı en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.
Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur — yalnızca bazı insanların çok çekingen olabileceğini unutma, bazen ilanı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde bulundurmak gerekir.
Kızlar senin ne hissetiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama gene de duymak isterler.
Bazen hislerine şu ya da bu sebepten karşılık göremezsin — ama bu hissettiklerinin değerini indirgemez.
Son olarak, seni anlıyorum çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de böyle hissettiğin için memnnum.
Susan’la tanışmak çok isteriz. Kapımız her zaman açık. Ama tüm ayarlamaları Elaine yapacaktır çünkü bu onun uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı tanıyor, belki sana daha çok yardımcı bile olabilir.
Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler asla elden kaçmaz.
Sevgiler, baban
10 Kasım 1958
Sevgili Thom;
Mektubunu bu sabah aldık. Ben kendi bakış açımdan yanıt vereceğim, elbette Elaine de kendi bakış açısından.
İlk olarak — eğer âşıksan –bu çok güzel bir şey– bu, bir insanın başına gelebilecek en güzel şey. Kimsenin bunu küçük görmesine izin verme.
İkincisi — Birkaç çeşit aşk vardır. Biri bencil, acımasız, açgözlü, egoisttir ve aşkı kendi kibirini beslemek için kullanır. Bu çirkin, zarar verici bir türdür. Diğeri ise içindek iyi her şeyin dışa vurmasını sağlar — nezaketin, inceliğin ve saygının; yalnızca görgü kurallarına duyulan saygının değil, bir başkasını eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygının da. İlk tür seni hasta eder, kendini küçük ve zayıf hissetmene yol açar ama ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu bile bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği etrafına yaymanı sağlar.
Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.
Ama sanırım benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyordun. Bunu sen herkesten daha iyi bilirsin. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle ilgili yardımcı olmamı istiyorsun — ki bunu yapabilirim.
Öncelikle sonuna kadar tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.
Aşkın amacı en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.
Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur — yalnızca bazı insanların çok çekingen olabileceğini unutma, bazen ilanı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde bulundurmak gerekir.
Kızlar senin ne hissetiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama gene de duymak isterler.
Bazen hislerine şu ya da bu sebepten karşılık göremezsin — ama bu hissettiklerinin değerini indirgemez.
Son olarak, seni anlıyorum çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de böyle hissettiğin için memnnum.
Susan’la tanışmak çok isteriz. Kapımız her zaman açık. Ama tüm ayarlamaları Elaine yapacaktır çünkü bu onun uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı tanıyor, belki sana daha çok yardımcı bile olabilir.
Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler asla elden kaçmaz.
Sevgiler, baban
8 Mayıs 2014 Perşembe
8 Nisan 2014 Salı
2 Nisan 2014 Çarşamba
23 Mart 2014 Pazar
günaydın
sorularım var aslında benim. 5N-1K kadar sıkıcı da değil üstelik. dediğin gibi doğru cevaplar vermeni ve öylece açılmanı sağlayan sorular. paralel evrenlerim de var hayalimdeki dünyayı yarattığım. seninle karşılaşıyoruz o dünyalarda. karşı masada oluyorsun. yalnız. ortam oldukça loş. siyah deriler giymişsin. telefonla konuşuyorsun ve iclalin şiirindeki gibi gülerken yukarı bakıyorsun. yukarı kalkan başın ve gülen gözleri var. saçların kulağının arkasına düşüyor ve burnun. bakıyorum herkesten başka mı diye... evet öyleler. haklısın sanırım bu şiir bir kıza yazılmış :) sonra telefonu kapatıp peçeteyle ağzını siliyorsun ve hızla kalkarken sert bakışınla karşılaşıyor gözlerim. bir saniye daha takılı kalsa gözlerim, gelip masama tekme vuracağını sanıyorum ve kaçırıyorum gözlerimi.
evet sorularım var benim ama seni sıkan cinsten değil. sen anlatırken "eeee?" deyip devam etmeni sağlayan sorular işte :) neyse peşinden kalkıyorum ama sen kapıdan çıkınca. yüzü açık kaskını giyip motora biniyorsun ata biner gibi. sağ elinle gaz veriyorsun ve motor homurdanıyor. kafanı sertçe bana çevirip sol elinle kaskın camını indirip saniyeler içinde yok oluyorsun. parfümünü bastırmış çiğ benzin kokusu ve halen çok uzaklardan duyulan motor homurtusu ile kalakalıyorum. kendimi road runner ın arkasından bakan çakal coyote gibi hissediyorum bip bip :) bu arada coyote zaten çakal demek.
sonra başka bir paralel evrenime gidiyorum. katalog karıştırır gibi geçmekte olan saatlerin içinde arıyorum seni. buldum işte :) gök mavisi bir kapri giymişsin. üzerinde de kolsuz ve kapşununu başına geçirdiğin bir sweet. yüzünü güneye dönmüşsün ve yoga bağdaşı kurmuşsun denize karşı. sonra o paralelden bu paralele mesaj atıyorsun <hadi sahildeyiz siz de gelin boyoz yiyiyoruz> diye. hmmm hayır diyorum ve çıkmaya çok üşeniyorum. tekrar paralele döndüğümde kapşonlu kız çoktan kalkmış gitmiş :( fazla uzaklaşmış olamaz değil mi? sanırım ben coyote gibi kalakaldım yine :))
sorularım var aslında benim. 5N-1K kadar sıkıcı da değil üstelik. dediğin gibi doğru cevaplar vermeni ve öylece açılmanı sağlayan sorular. paralel evrenlerim de var hayalimdeki dünyayı yarattığım. seninle karşılaşıyoruz o dünyalarda. karşı masada oluyorsun. yalnız. ortam oldukça loş. siyah deriler giymişsin. telefonla konuşuyorsun ve iclalin şiirindeki gibi gülerken yukarı bakıyorsun. yukarı kalkan başın ve gülen gözleri var. saçların kulağının arkasına düşüyor ve burnun. bakıyorum herkesten başka mı diye... evet öyleler. haklısın sanırım bu şiir bir kıza yazılmış :) sonra telefonu kapatıp peçeteyle ağzını siliyorsun ve hızla kalkarken sert bakışınla karşılaşıyor gözlerim. bir saniye daha takılı kalsa gözlerim, gelip masama tekme vuracağını sanıyorum ve kaçırıyorum gözlerimi.
evet sorularım var benim ama seni sıkan cinsten değil. sen anlatırken "eeee?" deyip devam etmeni sağlayan sorular işte :) neyse peşinden kalkıyorum ama sen kapıdan çıkınca. yüzü açık kaskını giyip motora biniyorsun ata biner gibi. sağ elinle gaz veriyorsun ve motor homurdanıyor. kafanı sertçe bana çevirip sol elinle kaskın camını indirip saniyeler içinde yok oluyorsun. parfümünü bastırmış çiğ benzin kokusu ve halen çok uzaklardan duyulan motor homurtusu ile kalakalıyorum. kendimi road runner ın arkasından bakan çakal coyote gibi hissediyorum bip bip :) bu arada coyote zaten çakal demek.
sonra başka bir paralel evrenime gidiyorum. katalog karıştırır gibi geçmekte olan saatlerin içinde arıyorum seni. buldum işte :) gök mavisi bir kapri giymişsin. üzerinde de kolsuz ve kapşununu başına geçirdiğin bir sweet. yüzünü güneye dönmüşsün ve yoga bağdaşı kurmuşsun denize karşı. sonra o paralelden bu paralele mesaj atıyorsun <hadi sahildeyiz siz de gelin boyoz yiyiyoruz> diye. hmmm hayır diyorum ve çıkmaya çok üşeniyorum. tekrar paralele döndüğümde kapşonlu kız çoktan kalkmış gitmiş :( fazla uzaklaşmış olamaz değil mi? sanırım ben coyote gibi kalakaldım yine :))
7 Mart 2014 Cuma
uzun zamandir esrarli gözlere yazmamiştim misafir olmak istedim bugün.sadece icimden geldigince yazmak baslik seffaf olsun:)
bazen insan boğulacak gibi olur ya da ben öyle oluyorum. böyle boğazina düğümlenir her söz nefesin kesilir ağlamak istersin ağlayamazsın. burnundan başlar yanma genzine kadar iner. sonra aglayabilirsen seni boğacak ellerden kurtulursun, eğer ağlayamazsan derin nefes almaya caliş belki kurtulursun.bugün böyle hissediyorum.tek bir nedeni yok aslinda bir çok küçük küçük neden.savunma makanizman bozuk oluyor bu durumda. sonra bir ses duyarsin uzun zamandir duymadigin sana söyledigi bir cümle seni o buhranlı halinden kurtarir.
sürekli kendime soruyorum ''ben neden boyleyim ''yaptiklarindan dolayi baskasini uzmekten korkan, incitmekten çekinen, hemen aciklama geregi duyan, herseyi kafasinda büyüten, acaba benim için ne düşündü diyen, bir sürü konuşan ses .''susun!!!'' demeye bile cesaretim yok içimdeki seslere...sizin var mi?peki içinizdeki sesleri susturabiliyor musunuz zamani gelince yada sözünüzü dinliyorlar mi ?nasil basariyorsunuz?
sevgilerimle sinem.
sürekli kendime soruyorum ''ben neden boyleyim ''yaptiklarindan dolayi baskasini uzmekten korkan, incitmekten çekinen, hemen aciklama geregi duyan, herseyi kafasinda büyüten, acaba benim için ne düşündü diyen, bir sürü konuşan ses .''susun!!!'' demeye bile cesaretim yok içimdeki seslere...sizin var mi?peki içinizdeki sesleri susturabiliyor musunuz zamani gelince yada sözünüzü dinliyorlar mi ?nasil basariyorsunuz?
sevgilerimle sinem.
6 Mart 2014 Perşembe
14 Şubat 2014 Cuma
7 Şubat 2014 Cuma
"alamut kalesi" romanından alıntılar (wladimir bartol)
"Seni ta Rudbar'dan buralara boş yere çağırmadım" diye söze
başladı Hasan "çünkü Ebu Ali ve sana mirasımı açıklamak istiyorum.
Aslında Hüseyin Alkeyni de burada olacaktı fakat olaylar çok
süratli gelişti. Huzistan buradan o kadar uzak ki ona bir haberci
bile gönderemedim. Gelebilseydi iyi olurdu çünkü konu tarikatımızın
geleceği üzerine..."
Ebu Ali kurnazca gülümsedi.-
"Sanki hemen yarın bu dünyadan aynlacakmış gibi konuşuyorsun.
Dur bakalım! Mirasını bırakmakta çok acele ediyorsun. Ya
tuk Ümid veya ben senden önce toprağın altına gidecek olursak?"
"Hüseyin Alkeyni'nin ve bizim isimlerimizi andın" diye ekledi
Buzruk Ümid "fakat öz oğlun Hüseyin'i unuttun. Ne de olsa senin
gerçek mirasçın o!"
Hasan sanki bir örümcek tararından sokulmuş gibi ayağa fırladı.
Odanın içinde bağırarak bir ileri bir geri yürümeye başladı:
"O yabani danayı hatırlama bana! Benim misyonum akıl ve
mantığa dayanmaktadır birtakım boş hayaller üzerine değil! Oğlum!
Oğlum! Ne oğlu! Acaba uğraşıp didinip ortaya çıkardıklanmın
hepsini, kaderin bir cilvesi olarak oğlum olarak dünyaya gelen
o budalaya teslim edip perişan olmasını mı sağlayayım? Asla!
Ben torna kilisesi gibi akıllı olacağım. Adamlar başlanna sadece
en yetenekli olanın geçmesine izin veriyorlar. Kan bağı akrabalığına
dayanan hükümdarlıklar, pek yakında yok olmaya
mahkûmdurlar fakat Roma kilisesi bin yıldan fazla bir süredir ayakta
sapasağlam duruyor. Ogullarım? Kardeşlerim? Benim gerçek
oğullarım ve kardeşlerim sizlersiniz! Bütün bunları ancak sizden
aldığım güç ile yapabiliyorum!"
Büyük Daî'ler onu daha fazla zorlanmadılar.
"Eğer söylediklerimin seni bu kadar kızdıracağını bilseydim dilimi
tutardım, bundan emin olabilirsin" dedi Buzruk Ümid. "Fakat
senin kan bağı ve miras hakkında -nasıl desem?!- böylesine değişik
düşüncelerinin olduğunu nereden bilebilirdim?"
Hasan gülümsedi. Kendisini kaybettiği için biraz, utanmıştı.
"Ben de önce umutlarımı kan bevgina bağlamayı düşünüyordum...,
Mısır'dan yeni döndüğüm zamanlar" diye anlatmaya devam
etti kendisini mazur göstemek için. "Bana oğlumu getirmişlerdi.
Yakışıklı ve güçlüydü ona bakmak insana zevk veriyordu.
Onu okuluma aldım ve... size hayal kırıklığımı nasıl tasvir edeceğimi
bilemiyorum. Onun yaşındayken hakikate ermek arzusuyla
alev alev yanıyordum ben. Ama ya o? Benim merakımın zerresini
bile bulamıyordum onda! Önce sakin davranıp ona yardımcı olmaya
karar verdim. 'Kuran yedi mühürlü bir kitaptır' dedim ona.
Cevap olarak bana ne dedi biliyor musunuz: 'Bana ne? Beni ilgilendirmiyor...'
- 'Halk kitlesinde saklı olan sırları öğrenmek istemez
misin?' - Hayır bu konu zerre kadar ilgimi çekmiyor.' Bu
hoppalığı bir türlü kavrayamıyordum. Biraz olsun ilgisini çekebilmek
için gençliğimde verdiğim mücadeleleri anlattım ona. Peki
bütün bu angarya neticesinde eline ne geçti?' Bir babanın oğluna
verdiği öğütlerin tüm sonucu buydu işte. Onu rehavetinden çıkarıp
almak, onu sarsmak için en büyük sırrımızı ifşa etmeye karar
verdim. 'Öğretimizin en temel düstur olarak neyi kabul ettiğini biliyor
musun?' diye bağırdım. 'Hiçbir şey gerçek değildir, her şeye
izin vardır.' Boşver der gibi elini salladı. Bu meselelerle ben daha
on dört yaşındayken ilgilenmeye başlamıştım.' Bütün hayatım boyunca
beni sürükleyen, uğruna sayısız tehlikelere atıldığım, yüzlerce
okulda ve filozofta öğrenim görmeme neden olan bu idrake
daha on dört yaşındayken ulaşmıştım! Hayretler içindeydim: Demek
ki daha beşikteyken bilge olan oğlum buydu! Ne kadar komik!
Onun bilgelikle en ufak bir ilgisi bile yoktu! Böylesine bir budalalık
karşısında son derece hiddetlenmişim. Hiç olmazsa sıradan
bir asker olarak hizmet etmesi İçin onu Hüseyin Alkeyni'ye
teslim ettim. Devamını biliyorsunuz..."
.
.
.
.
Muhafız perdeyi yana çekerek ziyaretçileri içeri aldı.
"Huzistan'dan bir haberci" dedi Ebu Ali nefes almaya çalışarak
"Zur Gumbadan'dan."
"Ne oldu?"
Hasan kendisine hakim olmaya çalışıyordu. Kötü bir haber alacağını
adamların suratlarından okumuştu.
Haberci kendini Hasanın ayaklarının dibine attı.
"Haşmetli efendimi Hüseyin Alkeyni öldürüldü!"
Hasan ölüm beyazlığına büründü aniden.
"Kim yaptı bunu?"
"Bağışla beni Seyduna! Hüseyin, senin oğlun!"
Hasan yıldırım çarpmış gibi olduğu yerde sallandı. Kollarıyla
görünmeyen bir düşmanı boğazlamak istercesine, birtakım hareketler
yaptı, bir defa kendi ekseni etrafında döndü ve yeni kesilmiş
bir ağaç. kütüğü gibi yere devrildi.
Büyük Önder'in oğlu, Huzistan daîsini öldürmüştü! Ertesi gün
bütün Alamut bu konuyu konuşuyordu. Aslında haberci kimselere
tek kelime etmeden Büyük Daî'lere baş vurmuştu, onlar da haberciyi
derhal Hasana götürmüşlerdi. Bu arada kulak misafiri olan bir
astsubay, haberi tüm kaleye yaymıştı herhalde! Belki de Büyük
Daî'lerden biri istemeden ağzından kaçırmıştı. Her halükârda tüm
kale olup biteni öğrenmişti. Durumu, müminlerden gizlemenin
hiçbir imkânı kalmamıştı.
.
.
.
Daîler ve diğer liderler, Huzistan cinayeti hakkında ateşli tartışmalara
girmişlerdi. Hasan ne yapacaktı acaba? Gerçekten de kanunun
dediklerini yerine getirecek miydi? Kendi oğluna verilecek
hükmü imzalayacak mıydı?
"Oğlu hakkında karar vermek, İbni Sabbah için de kolay olmayacak"
dedi Abdülmelik. "Hüseyin Alkeyni onun sağ koluydu. Katili
ise kendi öz oğlu..."
"Kanun her şeyin üstündedir!" diye belirtti İbrahim.
"Saçmalık. Bir karga başka bir karganın gözünü oymaz" dedi
Yunanlı iğneleyici bir tarzla. İbrahim ona doğru karanlık bakışlar
fırlattı.
"Burada söz konusu olan sıradan bir suç değil."
"Biliyorum Daî İbrahim. Fakat bir babanın oğlunu cellada teslim
edeceğini aklım pek almıyor."
"Hüseyin, İsmaili tarikatının bir üyesi."
"Haklısın" diye sesini yükseltti Ebu Soraka. "Kendi yazdığı kanunun
ağına düştü."
"Sizin için konuşmak kolay" dîye kızdı Minuçehr. "Bir kere de
oğluna verilen hükmü okuyacağı anı gözlerinizin önüne getirmeye
çalışsanıza!"
"Başkalarının oğulları için hüküm vermek çok daha kolaydır"
diye mırıldandı Yunanlı.
"Ben bu durumda Büyük Önderin yerinde olmak istemezdim"
diye üsteledi Abdülmelik. "Alkeyni onun için bir oğuldan çok daha
önemliydi. Başarısının neredeyse yansını ona borçlu..."
"Bir baba, her zaman oğlunun yaptıklarından sorumlu değildir"
diye belirtti İbrahim.
"Fakat oğlu için hüküm verse, şöyle diyecekler: ne zâlim bir
baba! Kanunu değiştirme kudretine sahipti ama bunu yapmadı."
Ebu Soraka'nın düşüncesi buydu. Yunanlı ise bu düşünceye
şunlan ilave etti: "Yabancılar şüphesiz onunla alay edecekler. Şöyle
dediklerini duyabiliyorum bile: 'Budalaya bak! Kendi koyduğu
kanunu değiştirmeyi bile beceremedi...'"
"fakat, kânunu herkes için eşit olarak uygulamasa, bu defa da
müminler rahatsız olacaklardı. Zaten bütün kanunların ortak özellikleri,
tek tek kişilerin çıkarları yerine, genelin çıkarlarını korumak
değil midir?"
"Büyük önder'imiz gerçekten de son derece acımasız bir çelişkide
bulunuyor" diye bağladı Yunanlı. "En önemli anda en iyi arkadaşını
yitirdi. Artık Huzistan'da kim onun adına vergi toplayacak?
Kim zındıkların kervanlarını kıstıracak ve haraç alacak? Evet,
belki de kanunu tüm şiddetiyle uygulamaktan başka bir çaresi
yoktur..."
başladı Hasan "çünkü Ebu Ali ve sana mirasımı açıklamak istiyorum.
Aslında Hüseyin Alkeyni de burada olacaktı fakat olaylar çok
süratli gelişti. Huzistan buradan o kadar uzak ki ona bir haberci
bile gönderemedim. Gelebilseydi iyi olurdu çünkü konu tarikatımızın
geleceği üzerine..."
Ebu Ali kurnazca gülümsedi.-
"Sanki hemen yarın bu dünyadan aynlacakmış gibi konuşuyorsun.
Dur bakalım! Mirasını bırakmakta çok acele ediyorsun. Ya
tuk Ümid veya ben senden önce toprağın altına gidecek olursak?"
"Hüseyin Alkeyni'nin ve bizim isimlerimizi andın" diye ekledi
Buzruk Ümid "fakat öz oğlun Hüseyin'i unuttun. Ne de olsa senin
gerçek mirasçın o!"
Hasan sanki bir örümcek tararından sokulmuş gibi ayağa fırladı.
Odanın içinde bağırarak bir ileri bir geri yürümeye başladı:
"O yabani danayı hatırlama bana! Benim misyonum akıl ve
mantığa dayanmaktadır birtakım boş hayaller üzerine değil! Oğlum!
Oğlum! Ne oğlu! Acaba uğraşıp didinip ortaya çıkardıklanmın
hepsini, kaderin bir cilvesi olarak oğlum olarak dünyaya gelen
o budalaya teslim edip perişan olmasını mı sağlayayım? Asla!
Ben torna kilisesi gibi akıllı olacağım. Adamlar başlanna sadece
en yetenekli olanın geçmesine izin veriyorlar. Kan bağı akrabalığına
dayanan hükümdarlıklar, pek yakında yok olmaya
mahkûmdurlar fakat Roma kilisesi bin yıldan fazla bir süredir ayakta
sapasağlam duruyor. Ogullarım? Kardeşlerim? Benim gerçek
oğullarım ve kardeşlerim sizlersiniz! Bütün bunları ancak sizden
aldığım güç ile yapabiliyorum!"
Büyük Daî'ler onu daha fazla zorlanmadılar.
"Eğer söylediklerimin seni bu kadar kızdıracağını bilseydim dilimi
tutardım, bundan emin olabilirsin" dedi Buzruk Ümid. "Fakat
senin kan bağı ve miras hakkında -nasıl desem?!- böylesine değişik
düşüncelerinin olduğunu nereden bilebilirdim?"
Hasan gülümsedi. Kendisini kaybettiği için biraz, utanmıştı.
"Ben de önce umutlarımı kan bevgina bağlamayı düşünüyordum...,
Mısır'dan yeni döndüğüm zamanlar" diye anlatmaya devam
etti kendisini mazur göstemek için. "Bana oğlumu getirmişlerdi.
Yakışıklı ve güçlüydü ona bakmak insana zevk veriyordu.
Onu okuluma aldım ve... size hayal kırıklığımı nasıl tasvir edeceğimi
bilemiyorum. Onun yaşındayken hakikate ermek arzusuyla
alev alev yanıyordum ben. Ama ya o? Benim merakımın zerresini
bile bulamıyordum onda! Önce sakin davranıp ona yardımcı olmaya
karar verdim. 'Kuran yedi mühürlü bir kitaptır' dedim ona.
Cevap olarak bana ne dedi biliyor musunuz: 'Bana ne? Beni ilgilendirmiyor...'
- 'Halk kitlesinde saklı olan sırları öğrenmek istemez
misin?' - Hayır bu konu zerre kadar ilgimi çekmiyor.' Bu
hoppalığı bir türlü kavrayamıyordum. Biraz olsun ilgisini çekebilmek
için gençliğimde verdiğim mücadeleleri anlattım ona. Peki
bütün bu angarya neticesinde eline ne geçti?' Bir babanın oğluna
verdiği öğütlerin tüm sonucu buydu işte. Onu rehavetinden çıkarıp
almak, onu sarsmak için en büyük sırrımızı ifşa etmeye karar
verdim. 'Öğretimizin en temel düstur olarak neyi kabul ettiğini biliyor
musun?' diye bağırdım. 'Hiçbir şey gerçek değildir, her şeye
izin vardır.' Boşver der gibi elini salladı. Bu meselelerle ben daha
on dört yaşındayken ilgilenmeye başlamıştım.' Bütün hayatım boyunca
beni sürükleyen, uğruna sayısız tehlikelere atıldığım, yüzlerce
okulda ve filozofta öğrenim görmeme neden olan bu idrake
daha on dört yaşındayken ulaşmıştım! Hayretler içindeydim: Demek
ki daha beşikteyken bilge olan oğlum buydu! Ne kadar komik!
Onun bilgelikle en ufak bir ilgisi bile yoktu! Böylesine bir budalalık
karşısında son derece hiddetlenmişim. Hiç olmazsa sıradan
bir asker olarak hizmet etmesi İçin onu Hüseyin Alkeyni'ye
teslim ettim. Devamını biliyorsunuz..."
.
.
.
.
Muhafız perdeyi yana çekerek ziyaretçileri içeri aldı.
"Huzistan'dan bir haberci" dedi Ebu Ali nefes almaya çalışarak
"Zur Gumbadan'dan."
"Ne oldu?"
Hasan kendisine hakim olmaya çalışıyordu. Kötü bir haber alacağını
adamların suratlarından okumuştu.
Haberci kendini Hasanın ayaklarının dibine attı.
"Haşmetli efendimi Hüseyin Alkeyni öldürüldü!"
Hasan ölüm beyazlığına büründü aniden.
"Kim yaptı bunu?"
"Bağışla beni Seyduna! Hüseyin, senin oğlun!"
Hasan yıldırım çarpmış gibi olduğu yerde sallandı. Kollarıyla
görünmeyen bir düşmanı boğazlamak istercesine, birtakım hareketler
yaptı, bir defa kendi ekseni etrafında döndü ve yeni kesilmiş
bir ağaç. kütüğü gibi yere devrildi.
Büyük Önder'in oğlu, Huzistan daîsini öldürmüştü! Ertesi gün
bütün Alamut bu konuyu konuşuyordu. Aslında haberci kimselere
tek kelime etmeden Büyük Daî'lere baş vurmuştu, onlar da haberciyi
derhal Hasana götürmüşlerdi. Bu arada kulak misafiri olan bir
astsubay, haberi tüm kaleye yaymıştı herhalde! Belki de Büyük
Daî'lerden biri istemeden ağzından kaçırmıştı. Her halükârda tüm
kale olup biteni öğrenmişti. Durumu, müminlerden gizlemenin
hiçbir imkânı kalmamıştı.
.
.
.
Daîler ve diğer liderler, Huzistan cinayeti hakkında ateşli tartışmalara
girmişlerdi. Hasan ne yapacaktı acaba? Gerçekten de kanunun
dediklerini yerine getirecek miydi? Kendi oğluna verilecek
hükmü imzalayacak mıydı?
"Oğlu hakkında karar vermek, İbni Sabbah için de kolay olmayacak"
dedi Abdülmelik. "Hüseyin Alkeyni onun sağ koluydu. Katili
ise kendi öz oğlu..."
"Kanun her şeyin üstündedir!" diye belirtti İbrahim.
"Saçmalık. Bir karga başka bir karganın gözünü oymaz" dedi
Yunanlı iğneleyici bir tarzla. İbrahim ona doğru karanlık bakışlar
fırlattı.
"Burada söz konusu olan sıradan bir suç değil."
"Biliyorum Daî İbrahim. Fakat bir babanın oğlunu cellada teslim
edeceğini aklım pek almıyor."
"Hüseyin, İsmaili tarikatının bir üyesi."
"Haklısın" diye sesini yükseltti Ebu Soraka. "Kendi yazdığı kanunun
ağına düştü."
"Sizin için konuşmak kolay" dîye kızdı Minuçehr. "Bir kere de
oğluna verilen hükmü okuyacağı anı gözlerinizin önüne getirmeye
çalışsanıza!"
"Başkalarının oğulları için hüküm vermek çok daha kolaydır"
diye mırıldandı Yunanlı.
"Ben bu durumda Büyük Önderin yerinde olmak istemezdim"
diye üsteledi Abdülmelik. "Alkeyni onun için bir oğuldan çok daha
önemliydi. Başarısının neredeyse yansını ona borçlu..."
"Bir baba, her zaman oğlunun yaptıklarından sorumlu değildir"
diye belirtti İbrahim.
"Fakat oğlu için hüküm verse, şöyle diyecekler: ne zâlim bir
baba! Kanunu değiştirme kudretine sahipti ama bunu yapmadı."
Ebu Soraka'nın düşüncesi buydu. Yunanlı ise bu düşünceye
şunlan ilave etti: "Yabancılar şüphesiz onunla alay edecekler. Şöyle
dediklerini duyabiliyorum bile: 'Budalaya bak! Kendi koyduğu
kanunu değiştirmeyi bile beceremedi...'"
"fakat, kânunu herkes için eşit olarak uygulamasa, bu defa da
müminler rahatsız olacaklardı. Zaten bütün kanunların ortak özellikleri,
tek tek kişilerin çıkarları yerine, genelin çıkarlarını korumak
değil midir?"
"Büyük önder'imiz gerçekten de son derece acımasız bir çelişkide
bulunuyor" diye bağladı Yunanlı. "En önemli anda en iyi arkadaşını
yitirdi. Artık Huzistan'da kim onun adına vergi toplayacak?
Kim zındıkların kervanlarını kıstıracak ve haraç alacak? Evet,
belki de kanunu tüm şiddetiyle uygulamaktan başka bir çaresi
yoktur..."
4 Şubat 2014 Salı
2 Şubat 2014 Pazar
27 Ocak 2014 Pazartesi
11 Ocak 2014 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)