14 Şubat 2014 Cuma
7 Şubat 2014 Cuma
"alamut kalesi" romanından alıntılar (wladimir bartol)
"Seni ta Rudbar'dan buralara boş yere çağırmadım" diye söze
başladı Hasan "çünkü Ebu Ali ve sana mirasımı açıklamak istiyorum.
Aslında Hüseyin Alkeyni de burada olacaktı fakat olaylar çok
süratli gelişti. Huzistan buradan o kadar uzak ki ona bir haberci
bile gönderemedim. Gelebilseydi iyi olurdu çünkü konu tarikatımızın
geleceği üzerine..."
Ebu Ali kurnazca gülümsedi.-
"Sanki hemen yarın bu dünyadan aynlacakmış gibi konuşuyorsun.
Dur bakalım! Mirasını bırakmakta çok acele ediyorsun. Ya
tuk Ümid veya ben senden önce toprağın altına gidecek olursak?"
"Hüseyin Alkeyni'nin ve bizim isimlerimizi andın" diye ekledi
Buzruk Ümid "fakat öz oğlun Hüseyin'i unuttun. Ne de olsa senin
gerçek mirasçın o!"
Hasan sanki bir örümcek tararından sokulmuş gibi ayağa fırladı.
Odanın içinde bağırarak bir ileri bir geri yürümeye başladı:
"O yabani danayı hatırlama bana! Benim misyonum akıl ve
mantığa dayanmaktadır birtakım boş hayaller üzerine değil! Oğlum!
Oğlum! Ne oğlu! Acaba uğraşıp didinip ortaya çıkardıklanmın
hepsini, kaderin bir cilvesi olarak oğlum olarak dünyaya gelen
o budalaya teslim edip perişan olmasını mı sağlayayım? Asla!
Ben torna kilisesi gibi akıllı olacağım. Adamlar başlanna sadece
en yetenekli olanın geçmesine izin veriyorlar. Kan bağı akrabalığına
dayanan hükümdarlıklar, pek yakında yok olmaya
mahkûmdurlar fakat Roma kilisesi bin yıldan fazla bir süredir ayakta
sapasağlam duruyor. Ogullarım? Kardeşlerim? Benim gerçek
oğullarım ve kardeşlerim sizlersiniz! Bütün bunları ancak sizden
aldığım güç ile yapabiliyorum!"
Büyük Daî'ler onu daha fazla zorlanmadılar.
"Eğer söylediklerimin seni bu kadar kızdıracağını bilseydim dilimi
tutardım, bundan emin olabilirsin" dedi Buzruk Ümid. "Fakat
senin kan bağı ve miras hakkında -nasıl desem?!- böylesine değişik
düşüncelerinin olduğunu nereden bilebilirdim?"
Hasan gülümsedi. Kendisini kaybettiği için biraz, utanmıştı.
"Ben de önce umutlarımı kan bevgina bağlamayı düşünüyordum...,
Mısır'dan yeni döndüğüm zamanlar" diye anlatmaya devam
etti kendisini mazur göstemek için. "Bana oğlumu getirmişlerdi.
Yakışıklı ve güçlüydü ona bakmak insana zevk veriyordu.
Onu okuluma aldım ve... size hayal kırıklığımı nasıl tasvir edeceğimi
bilemiyorum. Onun yaşındayken hakikate ermek arzusuyla
alev alev yanıyordum ben. Ama ya o? Benim merakımın zerresini
bile bulamıyordum onda! Önce sakin davranıp ona yardımcı olmaya
karar verdim. 'Kuran yedi mühürlü bir kitaptır' dedim ona.
Cevap olarak bana ne dedi biliyor musunuz: 'Bana ne? Beni ilgilendirmiyor...'
- 'Halk kitlesinde saklı olan sırları öğrenmek istemez
misin?' - Hayır bu konu zerre kadar ilgimi çekmiyor.' Bu
hoppalığı bir türlü kavrayamıyordum. Biraz olsun ilgisini çekebilmek
için gençliğimde verdiğim mücadeleleri anlattım ona. Peki
bütün bu angarya neticesinde eline ne geçti?' Bir babanın oğluna
verdiği öğütlerin tüm sonucu buydu işte. Onu rehavetinden çıkarıp
almak, onu sarsmak için en büyük sırrımızı ifşa etmeye karar
verdim. 'Öğretimizin en temel düstur olarak neyi kabul ettiğini biliyor
musun?' diye bağırdım. 'Hiçbir şey gerçek değildir, her şeye
izin vardır.' Boşver der gibi elini salladı. Bu meselelerle ben daha
on dört yaşındayken ilgilenmeye başlamıştım.' Bütün hayatım boyunca
beni sürükleyen, uğruna sayısız tehlikelere atıldığım, yüzlerce
okulda ve filozofta öğrenim görmeme neden olan bu idrake
daha on dört yaşındayken ulaşmıştım! Hayretler içindeydim: Demek
ki daha beşikteyken bilge olan oğlum buydu! Ne kadar komik!
Onun bilgelikle en ufak bir ilgisi bile yoktu! Böylesine bir budalalık
karşısında son derece hiddetlenmişim. Hiç olmazsa sıradan
bir asker olarak hizmet etmesi İçin onu Hüseyin Alkeyni'ye
teslim ettim. Devamını biliyorsunuz..."
.
.
.
.
Muhafız perdeyi yana çekerek ziyaretçileri içeri aldı.
"Huzistan'dan bir haberci" dedi Ebu Ali nefes almaya çalışarak
"Zur Gumbadan'dan."
"Ne oldu?"
Hasan kendisine hakim olmaya çalışıyordu. Kötü bir haber alacağını
adamların suratlarından okumuştu.
Haberci kendini Hasanın ayaklarının dibine attı.
"Haşmetli efendimi Hüseyin Alkeyni öldürüldü!"
Hasan ölüm beyazlığına büründü aniden.
"Kim yaptı bunu?"
"Bağışla beni Seyduna! Hüseyin, senin oğlun!"
Hasan yıldırım çarpmış gibi olduğu yerde sallandı. Kollarıyla
görünmeyen bir düşmanı boğazlamak istercesine, birtakım hareketler
yaptı, bir defa kendi ekseni etrafında döndü ve yeni kesilmiş
bir ağaç. kütüğü gibi yere devrildi.
Büyük Önder'in oğlu, Huzistan daîsini öldürmüştü! Ertesi gün
bütün Alamut bu konuyu konuşuyordu. Aslında haberci kimselere
tek kelime etmeden Büyük Daî'lere baş vurmuştu, onlar da haberciyi
derhal Hasana götürmüşlerdi. Bu arada kulak misafiri olan bir
astsubay, haberi tüm kaleye yaymıştı herhalde! Belki de Büyük
Daî'lerden biri istemeden ağzından kaçırmıştı. Her halükârda tüm
kale olup biteni öğrenmişti. Durumu, müminlerden gizlemenin
hiçbir imkânı kalmamıştı.
.
.
.
Daîler ve diğer liderler, Huzistan cinayeti hakkında ateşli tartışmalara
girmişlerdi. Hasan ne yapacaktı acaba? Gerçekten de kanunun
dediklerini yerine getirecek miydi? Kendi oğluna verilecek
hükmü imzalayacak mıydı?
"Oğlu hakkında karar vermek, İbni Sabbah için de kolay olmayacak"
dedi Abdülmelik. "Hüseyin Alkeyni onun sağ koluydu. Katili
ise kendi öz oğlu..."
"Kanun her şeyin üstündedir!" diye belirtti İbrahim.
"Saçmalık. Bir karga başka bir karganın gözünü oymaz" dedi
Yunanlı iğneleyici bir tarzla. İbrahim ona doğru karanlık bakışlar
fırlattı.
"Burada söz konusu olan sıradan bir suç değil."
"Biliyorum Daî İbrahim. Fakat bir babanın oğlunu cellada teslim
edeceğini aklım pek almıyor."
"Hüseyin, İsmaili tarikatının bir üyesi."
"Haklısın" diye sesini yükseltti Ebu Soraka. "Kendi yazdığı kanunun
ağına düştü."
"Sizin için konuşmak kolay" dîye kızdı Minuçehr. "Bir kere de
oğluna verilen hükmü okuyacağı anı gözlerinizin önüne getirmeye
çalışsanıza!"
"Başkalarının oğulları için hüküm vermek çok daha kolaydır"
diye mırıldandı Yunanlı.
"Ben bu durumda Büyük Önderin yerinde olmak istemezdim"
diye üsteledi Abdülmelik. "Alkeyni onun için bir oğuldan çok daha
önemliydi. Başarısının neredeyse yansını ona borçlu..."
"Bir baba, her zaman oğlunun yaptıklarından sorumlu değildir"
diye belirtti İbrahim.
"Fakat oğlu için hüküm verse, şöyle diyecekler: ne zâlim bir
baba! Kanunu değiştirme kudretine sahipti ama bunu yapmadı."
Ebu Soraka'nın düşüncesi buydu. Yunanlı ise bu düşünceye
şunlan ilave etti: "Yabancılar şüphesiz onunla alay edecekler. Şöyle
dediklerini duyabiliyorum bile: 'Budalaya bak! Kendi koyduğu
kanunu değiştirmeyi bile beceremedi...'"
"fakat, kânunu herkes için eşit olarak uygulamasa, bu defa da
müminler rahatsız olacaklardı. Zaten bütün kanunların ortak özellikleri,
tek tek kişilerin çıkarları yerine, genelin çıkarlarını korumak
değil midir?"
"Büyük önder'imiz gerçekten de son derece acımasız bir çelişkide
bulunuyor" diye bağladı Yunanlı. "En önemli anda en iyi arkadaşını
yitirdi. Artık Huzistan'da kim onun adına vergi toplayacak?
Kim zındıkların kervanlarını kıstıracak ve haraç alacak? Evet,
belki de kanunu tüm şiddetiyle uygulamaktan başka bir çaresi
yoktur..."
başladı Hasan "çünkü Ebu Ali ve sana mirasımı açıklamak istiyorum.
Aslında Hüseyin Alkeyni de burada olacaktı fakat olaylar çok
süratli gelişti. Huzistan buradan o kadar uzak ki ona bir haberci
bile gönderemedim. Gelebilseydi iyi olurdu çünkü konu tarikatımızın
geleceği üzerine..."
Ebu Ali kurnazca gülümsedi.-
"Sanki hemen yarın bu dünyadan aynlacakmış gibi konuşuyorsun.
Dur bakalım! Mirasını bırakmakta çok acele ediyorsun. Ya
tuk Ümid veya ben senden önce toprağın altına gidecek olursak?"
"Hüseyin Alkeyni'nin ve bizim isimlerimizi andın" diye ekledi
Buzruk Ümid "fakat öz oğlun Hüseyin'i unuttun. Ne de olsa senin
gerçek mirasçın o!"
Hasan sanki bir örümcek tararından sokulmuş gibi ayağa fırladı.
Odanın içinde bağırarak bir ileri bir geri yürümeye başladı:
"O yabani danayı hatırlama bana! Benim misyonum akıl ve
mantığa dayanmaktadır birtakım boş hayaller üzerine değil! Oğlum!
Oğlum! Ne oğlu! Acaba uğraşıp didinip ortaya çıkardıklanmın
hepsini, kaderin bir cilvesi olarak oğlum olarak dünyaya gelen
o budalaya teslim edip perişan olmasını mı sağlayayım? Asla!
Ben torna kilisesi gibi akıllı olacağım. Adamlar başlanna sadece
en yetenekli olanın geçmesine izin veriyorlar. Kan bağı akrabalığına
dayanan hükümdarlıklar, pek yakında yok olmaya
mahkûmdurlar fakat Roma kilisesi bin yıldan fazla bir süredir ayakta
sapasağlam duruyor. Ogullarım? Kardeşlerim? Benim gerçek
oğullarım ve kardeşlerim sizlersiniz! Bütün bunları ancak sizden
aldığım güç ile yapabiliyorum!"
Büyük Daî'ler onu daha fazla zorlanmadılar.
"Eğer söylediklerimin seni bu kadar kızdıracağını bilseydim dilimi
tutardım, bundan emin olabilirsin" dedi Buzruk Ümid. "Fakat
senin kan bağı ve miras hakkında -nasıl desem?!- böylesine değişik
düşüncelerinin olduğunu nereden bilebilirdim?"
Hasan gülümsedi. Kendisini kaybettiği için biraz, utanmıştı.
"Ben de önce umutlarımı kan bevgina bağlamayı düşünüyordum...,
Mısır'dan yeni döndüğüm zamanlar" diye anlatmaya devam
etti kendisini mazur göstemek için. "Bana oğlumu getirmişlerdi.
Yakışıklı ve güçlüydü ona bakmak insana zevk veriyordu.
Onu okuluma aldım ve... size hayal kırıklığımı nasıl tasvir edeceğimi
bilemiyorum. Onun yaşındayken hakikate ermek arzusuyla
alev alev yanıyordum ben. Ama ya o? Benim merakımın zerresini
bile bulamıyordum onda! Önce sakin davranıp ona yardımcı olmaya
karar verdim. 'Kuran yedi mühürlü bir kitaptır' dedim ona.
Cevap olarak bana ne dedi biliyor musunuz: 'Bana ne? Beni ilgilendirmiyor...'
- 'Halk kitlesinde saklı olan sırları öğrenmek istemez
misin?' - Hayır bu konu zerre kadar ilgimi çekmiyor.' Bu
hoppalığı bir türlü kavrayamıyordum. Biraz olsun ilgisini çekebilmek
için gençliğimde verdiğim mücadeleleri anlattım ona. Peki
bütün bu angarya neticesinde eline ne geçti?' Bir babanın oğluna
verdiği öğütlerin tüm sonucu buydu işte. Onu rehavetinden çıkarıp
almak, onu sarsmak için en büyük sırrımızı ifşa etmeye karar
verdim. 'Öğretimizin en temel düstur olarak neyi kabul ettiğini biliyor
musun?' diye bağırdım. 'Hiçbir şey gerçek değildir, her şeye
izin vardır.' Boşver der gibi elini salladı. Bu meselelerle ben daha
on dört yaşındayken ilgilenmeye başlamıştım.' Bütün hayatım boyunca
beni sürükleyen, uğruna sayısız tehlikelere atıldığım, yüzlerce
okulda ve filozofta öğrenim görmeme neden olan bu idrake
daha on dört yaşındayken ulaşmıştım! Hayretler içindeydim: Demek
ki daha beşikteyken bilge olan oğlum buydu! Ne kadar komik!
Onun bilgelikle en ufak bir ilgisi bile yoktu! Böylesine bir budalalık
karşısında son derece hiddetlenmişim. Hiç olmazsa sıradan
bir asker olarak hizmet etmesi İçin onu Hüseyin Alkeyni'ye
teslim ettim. Devamını biliyorsunuz..."
.
.
.
.
Muhafız perdeyi yana çekerek ziyaretçileri içeri aldı.
"Huzistan'dan bir haberci" dedi Ebu Ali nefes almaya çalışarak
"Zur Gumbadan'dan."
"Ne oldu?"
Hasan kendisine hakim olmaya çalışıyordu. Kötü bir haber alacağını
adamların suratlarından okumuştu.
Haberci kendini Hasanın ayaklarının dibine attı.
"Haşmetli efendimi Hüseyin Alkeyni öldürüldü!"
Hasan ölüm beyazlığına büründü aniden.
"Kim yaptı bunu?"
"Bağışla beni Seyduna! Hüseyin, senin oğlun!"
Hasan yıldırım çarpmış gibi olduğu yerde sallandı. Kollarıyla
görünmeyen bir düşmanı boğazlamak istercesine, birtakım hareketler
yaptı, bir defa kendi ekseni etrafında döndü ve yeni kesilmiş
bir ağaç. kütüğü gibi yere devrildi.
Büyük Önder'in oğlu, Huzistan daîsini öldürmüştü! Ertesi gün
bütün Alamut bu konuyu konuşuyordu. Aslında haberci kimselere
tek kelime etmeden Büyük Daî'lere baş vurmuştu, onlar da haberciyi
derhal Hasana götürmüşlerdi. Bu arada kulak misafiri olan bir
astsubay, haberi tüm kaleye yaymıştı herhalde! Belki de Büyük
Daî'lerden biri istemeden ağzından kaçırmıştı. Her halükârda tüm
kale olup biteni öğrenmişti. Durumu, müminlerden gizlemenin
hiçbir imkânı kalmamıştı.
.
.
.
Daîler ve diğer liderler, Huzistan cinayeti hakkında ateşli tartışmalara
girmişlerdi. Hasan ne yapacaktı acaba? Gerçekten de kanunun
dediklerini yerine getirecek miydi? Kendi oğluna verilecek
hükmü imzalayacak mıydı?
"Oğlu hakkında karar vermek, İbni Sabbah için de kolay olmayacak"
dedi Abdülmelik. "Hüseyin Alkeyni onun sağ koluydu. Katili
ise kendi öz oğlu..."
"Kanun her şeyin üstündedir!" diye belirtti İbrahim.
"Saçmalık. Bir karga başka bir karganın gözünü oymaz" dedi
Yunanlı iğneleyici bir tarzla. İbrahim ona doğru karanlık bakışlar
fırlattı.
"Burada söz konusu olan sıradan bir suç değil."
"Biliyorum Daî İbrahim. Fakat bir babanın oğlunu cellada teslim
edeceğini aklım pek almıyor."
"Hüseyin, İsmaili tarikatının bir üyesi."
"Haklısın" diye sesini yükseltti Ebu Soraka. "Kendi yazdığı kanunun
ağına düştü."
"Sizin için konuşmak kolay" dîye kızdı Minuçehr. "Bir kere de
oğluna verilen hükmü okuyacağı anı gözlerinizin önüne getirmeye
çalışsanıza!"
"Başkalarının oğulları için hüküm vermek çok daha kolaydır"
diye mırıldandı Yunanlı.
"Ben bu durumda Büyük Önderin yerinde olmak istemezdim"
diye üsteledi Abdülmelik. "Alkeyni onun için bir oğuldan çok daha
önemliydi. Başarısının neredeyse yansını ona borçlu..."
"Bir baba, her zaman oğlunun yaptıklarından sorumlu değildir"
diye belirtti İbrahim.
"Fakat oğlu için hüküm verse, şöyle diyecekler: ne zâlim bir
baba! Kanunu değiştirme kudretine sahipti ama bunu yapmadı."
Ebu Soraka'nın düşüncesi buydu. Yunanlı ise bu düşünceye
şunlan ilave etti: "Yabancılar şüphesiz onunla alay edecekler. Şöyle
dediklerini duyabiliyorum bile: 'Budalaya bak! Kendi koyduğu
kanunu değiştirmeyi bile beceremedi...'"
"fakat, kânunu herkes için eşit olarak uygulamasa, bu defa da
müminler rahatsız olacaklardı. Zaten bütün kanunların ortak özellikleri,
tek tek kişilerin çıkarları yerine, genelin çıkarlarını korumak
değil midir?"
"Büyük önder'imiz gerçekten de son derece acımasız bir çelişkide
bulunuyor" diye bağladı Yunanlı. "En önemli anda en iyi arkadaşını
yitirdi. Artık Huzistan'da kim onun adına vergi toplayacak?
Kim zındıkların kervanlarını kıstıracak ve haraç alacak? Evet,
belki de kanunu tüm şiddetiyle uygulamaktan başka bir çaresi
yoktur..."
4 Şubat 2014 Salı
2 Şubat 2014 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)